Ahlakın Kökeni: Neden İyiyiz?

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Kitaplardan Alıntılar kategorisinde faust tarafından oluşturulan Ahlakın Kökeni: Neden İyiyiz? başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 4,198 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Kitaplardan Alıntılar
Konu Başlığı Ahlakın Kökeni: Neden İyiyiz?
Konbuyu başlatan faust
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan faust
F

faust

Ziyaretçi
Dindar insanların çoğu, din olmadan bir insanın değil iyi birisi olması, iyi birisi olmaya gerek duymasının bile düşünülmesinin zor olduğunu söylerler. Bu bölümde bu ve buna benzer sorulara açıklama getireceğim. Ne kötüdür ki bu tarz şüpheler bir adım daha ileri giderek şekil değiştirir ve bazı dindarları, inançlarına iştirak etmeyen kişilere karşı öfke nöbetleri geçirtecek kadar etkiler. Bu önemli bir konudur çünkü ahlaki kurallar genelde ahlakla gerçek bir ilişkisi bulunmayan farklı konular üzerinde belirlenmiş dinsel tutumların arkasında gizlidir. Evrim öğretisine karşıtlık büyük oranda evrimin kendisiyle, veyahut bilimsel herhangi bir şeyle alakasızdır fakat karşıtlık ahlaki öfke ile cesaret bulmaktadır. Barbara Forrest ve Paul Gross'un, Yaradılışçının Truva Atı: Akıllı Tasarımın Kesici Silahı isimli kitabında çarpıcı biçimde açığa vurulduğu gibi bu durum naif bir 'eğer çocuklara maymundan geldiğimizi öğretirsen, bir maymun gibi davranırlar'dan 'akıllı tasarım' için uygulanan gizli güdü olan karmaşık 'kama' stratejisine kadar uzanır. Okuyucularımdan çok sayıda mektup alırım. Bunların çoğu bir hayli dostça, bazıları yardımcı ve eleştirel, küçük bir kısmıysa çirkin ve hatta ahlaksızcadır. Ve birkaç istisna dışında en çirkinlerinin hepsi, söylediğim için kusuruma bakmayın ama dindar kişilerden gelen mektuplardı. Hıristiyanlığı kötü emellerine alet etmenin bu canlı örnekleri genelde Hıristiyanlığın düşmanı olarak görülürler. İşte size bir örnek, ateizmi savunan samimi ve etkili bir film The God Who Wasn't There (Orada Olmayan Tanrı)'nın yazarı ve yönetmeni Brian Flemming'e Internet yoluyla gönderilmiş bir mektup.Flemming'e gönderilen bu mektubun başlığı 'Biz Kahkaha Atarken Sen Yan' ve tarihi 21 Aralık 2005. Şöyle diyor:

Çok cesur olduğuna hiç şüphe yok. Elime bir bıçak alıp seni delik deşik etmek isterdim ve organların gözünün önünde yere saçılırken sevinç çığlıkları atardım. Bir gün, benim ve benim gibi olan diğerlerinin buna benzer eylemler sergilemekten haz duyacağımız kutsal bir savaşın fitilini ateşlemek üzeresin.

Tam bu noktada, mektubu yazan şahıs geç de olsa kullandığı dilin Hıristiyanlıkla bağdaşmadığını fark ederek daha şefkatli bir tavır sergiler:

Ama Tanrı, bize intikamdan sakınmayı ve sizin gibiler için de dua etmeyi öğütler.

Ancak bu şefkati kısa sürer:

TANRI'nın sana vereceği cezanın benim katlanacağım cezadan bin kat daha kötü olacağını bilmek içimi rahatlatıyor. En güzeli de, tamamıyla habersiz olduğun tüm bu günahların için sonsuza kadar ACI ÇEKECEK olman. Tanrı'nın gazabı merhamet etmeyecektir. Yine de umarım bıçak kemiğe dayanmadan gerçekleri kavrarsın. İyi NOELLER!

Not: Sen ve senin gibileri ne gibi acılar beklediği hakkında gerçekten de en ufak bir fikriniz yok... Tanrıya şükürler olsun ki sizin yerinizde değilim.

İlahiyatçı düşüncenin biraz değişerek böylesine düşman tavırlar üretebilmesinin hakikaten kafa karıştırıcı olduğunu düşünürüm. İşte Dinden Kurtuluş Vakfı (Freedom From Religion Foundation) tarafından yayınlanan, kilise ve devletin anayasal ayrımına karşı (laikliğe karşı) barışsever mücadeleler veren Freethought Today (Çağdaş Özgür Düşünce) dergisinin editörünün mektup arşivinden bir örnek (bir parça sansürlenmiş hali):


Merhaba aşağılık peynir düşkünleri. Biz Hıristiyanlar, nüfusun çoğunluğu olarak siz kendini bilmezlere yeter de artarız. Kilise ve devlet ayrımı diye bir şey OLAMAZ ve siz kâfirler bu savaşı kaybedeceksiniz...

Bunun peynirle ne ilgisi var? Arkadaşlarım bunun Wisconsin eyaletinin kötü şöhretli serbest fikir anlayışıyla ilgili olabileceğini söylediler (Vakfın evi ve mandıra sanayisinin merkezi) ancak elbette bundan daha fazlası olması gerekmez mi? Ve bu Fransız tarzı 'peynir yiyen aşağılıklar' da neyin nesi? Peynirin semiyotik1 karşılığı nedir? Şöyle devam ediyor:

Şeytana tapan pislikler... Lütfen ölün ve cehenneme gidin... Dilerim rektum kanseri gibi acılı bir hastalığa yakalanır ve yavaş yavaş, acı çekerek ölürsünüz. Böylece taptığınız ŞEYTANLA tanışırsınız... Hey ahbap bu din özgürlüğü dediğiniz şey bir halta benzemiyor... Bu yüzden siz i....ler ve lezbolar tedbiri elden bırakmayın ve nerelerde dolaştığınıza dikkat edin çünkü Tanrı sizi her zaman görüyor... Eğer bu ülkenin kurulmasına sebep olan temelleri ve bu ülkeyi sevmiyorsanız s....r olup gidin, cehenneme kadar yolunuz var...

Not: Seni komünist 0....11, cehenneme git...Kara kıçlarınızı Amerika Birleşik Devletlerinden uzak tutun...Hiç bir mazeretiniz olamaz. Yaradılış (teorisi), YÜCE İSA'nın her şeyi yapabilme gücünü kanıtlamaya yeter de artar.

Neden Allah'ın her şeyi yapabilme gücünü kanıtlamaz? Ya da Lord Brahma'nın? Hatta Yehova'nın?

Sessizce çekip gitmeyeceğiz. Eğer gelecekte şiddet uygulamaya ihtiyaç duyarsak buna siz sebep olmuş olacaksınız. Tüfeğimi doldurdum bile.

Tann'nın neden böylesi gaddar bir savunmaya ihtiyaç duyduğu vahim bir merak konusudur. Tanrının kendi kendini korumakta yeterince iyi olduğu açık değil midir? Tüm bu haince küfür ve tehditlere maruz kalan Editörün kibar ve sevimli bir kadın olduğunu unutmayın. Belki de ben Amerika'da yaşamadığım için bana gönderilen öfke mektupları yukarıdakilerle tamamen aynı nitelikte değildir ancak elbette Hıristiyanlığın kurucusunun dikkate değer merhametini yansıtmadıkları aşikârdır. Aşağıdaki bir İngiliz tıp doktorundan gelen 2005 Mayıs tarihli mektup, açıkça kin dolu olmasının yanında, edepsiz demenin hafif kalacağı bir üslupla bana saldırıyor ve ahlak meselesinin ateizm karşıtı düşmanlığın derininde yatan bir kaynak oluşunu gözler önüne seriyor. Bu doktor, evrimi şiddetle eleştiren birkaç giriş paragrafı, Darwin'i kişisel olarak aşağılaması ve Huxley'i bir anti evrimci olarak yanlış tanımlamasının ardından, beni (okuduğum) bir kitabı okumaya teşvik ediyor. (Ayrıca "bir zenci hala evrim sürecinde midir?" gibi alaycı bir soru da yöneltmiş.) Bu arada, tavsiye ettiği kitaba göre dünya yalnızca sekiz bin yaşındadır (Bu kişi gerçek bir doktor olabilir mi?) Ve mektubunu şöyle bitirmiş:

Kitaplarınız, Oxford'taki itibarınız, hayatta sevdiğiniz her şey ve şu zamana kadarki tüm başarılarınız boşunaymış... Bu durumda Camus'un soru düellosu kaçınılmaz hale geliyor: Neden hepimiz intihar etmiyoruz? Dünya görüşünüz öğrenciler ve diğer birçok insana sahiden bu izlenimi veriyor... Size göre hepimiz bir hiç sayesinde tesadüfen evrimleştik ve yine bu hiçe döneceğiz. Eğer din gerçek olmasaydı bile, yaşadığımız sırada aklımıza huzur verebilecek Eflatun'unki gibi soylu bir mite inanmak size inanmaktan iyidir, çok çok daha iyidir. Ayrıca, sizin dünya görüşünüz insanları endişeye, uyuşturucu bağımlılığına, şiddete, nihilizme1, hedonizme2, Frankenstein bilimine ve 3. Dünya Savaşı'na sürükler. Dünyada cehennemi yaşatır... Kişisel ilişkilerinizde nasıl mutlu olabildiğinizi çok merak ediyorum. Boşandınız mı? Yapayalnız mısınız? Gay misiniz? Sizin gibiler asla mutlu olmamışlardır, aksi halde mutluluğun olmadığı ya da hiçbir şeyin anlamı olmadığı gibi düşüncelerinizi ispatlamaya çalışmakta bu kadar diretmezdiniz.

Bu mektuptaki duygu, eğer tavrı hesaba katmazsak, diğer birçok mektuptakiyle aynıdır. Bu kişi, Darwinizmin tesadüfen evrim geçirdiğimizi ve öldüğümüzde tamamen ortadan kaybolduğumuzu bildirdiğine ve dolayısıyla doğasında nihilizm olduğuna inanıyor (sayısız kez söyledim, doğal seçilim bir olasılık sürecinin tam tersidir.) Bu gibi suni olumsuzluklar neticesinde her türlü kötü davranış ortaya çıkabilir. Sanırım dul olmamın Darwinizmci olmamla doğrudan bir ilgisi olduğuna gerçekten inanmıyordur ancak mektubu, bu düşünce itibariyle Hıristiyan yazışanlarım içinde sıklıkla rastladığım aşırı kötü niyet seviyesine ulaşmıştır. Bir kitabın tamamını (Unıveaving the Rainbotv) en son erek, bilimsel şiir ve özellikle uzun uzun anlattığım nihilistik olumsuzluğun çürütülmesine adamıştım. O halde burada kendimi bu konuları tekrar açıklamaktan alıkoymalıyım. Bu bölüm kötülük ve zıttı iyilik hakkındadır; ahlak hakkındadır: ahlakın kaynağı, ahlakı neden benimsemeliyiz ve bunun için dine ihtiyacımız var mıdır?

AHLAKİ EĞİLİMİMİZİN DARWİNCİ BİR KÖKENİ VAR MIDIR?

Robert Hinde'nin Why Good is Good (İyi Neden İyidir?), Michael Shermer'in The Science of Good and Evil (İyi ve Kötünün Bilimsel İzahı), Robert Buckman'ın Can We Be Good Without God? (Tanrı Olmadan da İyi Olabilir miyiz?) ve Marc Hauser'in Moral Minds (Ahlaki Düşünceler) kitapları, doğru ve yanlış algımızın Darwinci geçmişimizden kaynaklanıyor olabileceği konusunu tartışmaya açmışlardır. Bu bölümde kendi görüşümü savunacağım. Evrimin doğal seçilimle işlediğini açıklayan Darwinci görüş sahip olduğumuz iyilik, ahlak, namus, duygudaşlık ve merhamet gibi eğilimlerimizi açıklamakta yetersiz kalır. Doğal seçilim açlık, korku ve cinsel arzuyu kolayca açıklayabilir ki bunların hepsinin sağ kalmak ya da genlerimizin korunmasında doğrudan payı vardır. Fakat yetim bir çocuğu bir kenarda ağlarken fark ettiğimizde, yaşlı bir dulun yalnızlığına ve umutsuzluğuna tanık olduğumuzda ya da acılar içinde inleyen bir hayvanı gördüğümüzde hissettiğimiz iç burkucu merhamet hissi hakkında ne düşünmeliyiz? Dünyanın öbür ucunda yaşayan, asla tanışmayacağımız ve yüksek olasılıkla yaptığımız iyiliğin karşılığını veremeyecek olan tsunamizedelere giysi, para gibi kaynağı belli olmayan hediyeler göndermemizi sağlayan bu güçlü dürtünün bizdeki kaynağı nedir? İçimizdeki bu Good Samaritan (Merhametli Kimse) nereden gelir? İyilik, 'bencil gen' teorisiyle uyumsuz değil midir? Hayır. Bu uyumsuzluk teorinin yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkar ve çok yaygındır; gerçekte sıkıntı verici (ve tahmin edilebilir) bir yanlış anlaşılmadır. Doğru kelimeyi vurgulamak burada önem taşır. Bencil gen doğru vurgudur çünkü bencil organizma ya da bencil tür ifadeleriyle tezat oluşturur. Açıklamama izin verin. Darwinci mantık, yaşam hiyerarşisinde sağ kalan ve doğal seçilimin filtresinden geçen bir birimin bencil olmayı gözetmesi sonucuna varır. Dünya üzerinde sağ kalan birimler, hiyerarşik düzen içerisinde kendi seviyelerinden olan diğer rakiplerinin arasında sağ kalmayı başarabilen birimlerdir. Bu birimler tam anlamıyla bu bağlam içinde bencildirler. Soru, sergiledikleri eylemin seviyesinin ne olduğudur? Bencil geni, vurgu uygun biçimde son kelime üzerindeyken tanımladığımızda, bir doğal seçilim biriminin (örnek, kişisel çıkar birimi) bencil bir organizmayı, bencil bir grubu, bencil bir türü ya da bencil bir ekosistemi işaret ettiğini düşünemeyiz çünkü bencil olan sadece gendir. Bilgi halinde çok uzun nesiller boyunca sağ kalan ya da kalmayan gendir. Genlerden farklı olarak (ve tartışmaya açık olarak memlerden) organizma, grup organizma, ve türler, nesiller boyunca sağ kalma konusunu açıklamakta bir birim vazifesi görebilecek doğru türden varlıklar olamazlar çünkü kendilerinin birebir kopyalarını türetmez ve kendini kopyalayan varlıkların havuzunda rekabet etmezler. Genler tam olarak bunu yaparlar ve bu, bencilin özgün Darwinci anlamı kapsamında, geni bir 'bencillik' birimi olarak belirlemenin (bütünüyle haklı) gerekçesidir. Genlerin diğer genler arasında 'bencilce' sağ kalmayı sağlama almalarının en açık yolu, bireysel organizmaları bencil olmaya programlamaktır. Gerçekten de, bireysel organizmanın sağ kalmasının, bu organizmanın taşıdığı genlerin sağ kalmasını destekleyeceği birçok koşul vardır. Ancak farklı koşullar farklı taktikleri gerektirir. Bazı koşullar altında genler, bencilce sağ kalmayı organizmalarının özgecil davranmasına etki ederek sağlama alırlar ve bu koşullar hiç nadir değildir. Bu koşullar günümüzde bütünüyle bilinmektedir ve iki ana başlıkta sıralanırlar. Bireysel organizmalarını genetik akrabalığı destekleyecek şekilde programlayan bir genin, kendi kopyalarına yararı dokunması istatistiksel olarak olasıdır. Böylece bir genin bir gen havuzundaki frekansının artabilmesi, akrabalık özgeciliğinin bir standart halini almasıyla mümkün olabilecektir. Kendi çocuklarına karşı iyi kalpli olmak bunun apaçık bir örneğidir ancak tek örnek bu değildir. Arılar, eşekarıları, karıncalar, termitler ve daha sınırlı bir ölçüde, tüysüz kör fareler, çayır köpeği ve meşe palamudu ağaçkakanları gibi bazı omurgalılar, büyük kardeşlerin küçük kardeşlerin bakımıyla ilgilendiği topluluklar geliştirmiştirler ki bu "bakım geni" bu farklı türler arasında ortaktır. Rahmetli meslektaşım W.D.Hamilton'un kanıtladığı üzere, hayvanlar genelde savunma, kaynakları paylaşma ve tehlike uyarısına dikkat gösterme eğilimindedirler ya da diğer taraftan, yakın akrabalığa özgecil bir tavır sergilerler çünkü istatistiksel olasılıklar göz önüne alındığında, akrabalıkta aynı genlerin kopyaları ortak kullanımdadır. Darwinci mantıkla açıklama yaparken üzerinde çokça durduğumuz bir diğer başlıca özgecilik türü karşılıklı özgeciliktir ('Sen benim sırtımı kaşı ben de seninkini.') Bu teorinin evrim biyolojisi çevresine ilk takdimi Robert Trivers tarafından yapılmış, genel hatları oyun teorisinin matematiksel terimleriyle ifade edilmiştir ve ortak genlere tabi tutulamaz. Aslında geniş ölçüde farklılık gösteren türlerin üyeleri arasında gayet yeterli bir seviyede işleyen bu teori, bu çerçevede yaygın biçimde "ortakyaşarlık" olarak tanımlanır. Alım satım ve değiş tokuş ilkelerinden kaynaklanır. Avcının bir mızrağa, demircininse et yemeye ihtiyacı vardır. Asimetri bir alışveriş doğurur. Arının nektara, çiçeklerinse polen yaymaya gereksinimleri vardır. Çiçekler uçamaz dolayısıyla polenlerin dağıtımı için kanatlarını kiraladıkları arılara nektarla karşılık verirler. Bal rehberi olarak bilinen kuşlar arı kovanlarının yerini tespit edebilir ancak içine giremezler. Bal porsukları arı kovanlarına girebilirler ancak kovanların yerini tespit etmelerine yarayacak kanatları yoktur. Bal rehberleri, porsukları (ve bazen insanları) özgün bir ayartıcı uçuş sayesinde kovanlara çekerler ki bu uçuş tekniğinin başka bir amacı yoktur. Her iki taraf da bu işlemden yararlanır. Tek başına kaldırılamayacak kadar ağır bir kayanın altında duran altın bir çömleği fark eden bir kişi, altını paylaşacağını bile bile diğer insanlardan yardım alır çünkü bu yardım olmadan altını elde etmesi imkânsızdır. Hayvanlar âlemi bu gibi karşılıklı ilişkiler yönünden zengindir: Bufalolar ve temizlikçi kuşlar, kırmızı boru çiçekleri ve sinekkuşları, balıklar ve temizlikçi küçük balıklar, kargalar ve bağırsaklarındaki mikro organizmalar. Karşılıklı özgecilik, karşılanması gereken yetenekler ve asimetriler sayesinde işler. Bilhassa farklı iki tür arasında dört dörtlük işlemesinin nedeni budur: asimetriler önemlidir. İnsanoğlu dünyasında, SİV'ler (sana ihtiyacım var) ve para işlemleri erteleme yapmaya olanak tanıyan araçlardır. Ticaretin tarafları malları eşzamanlılıkla teslim etmezler ancak geleceğe yönelik bir borç çizelgesi belirler hatta borcu diğer borçlarla takaslarlar. Bildiğim kadarıyla, vahşi dünyadaki hayvanların parayla doğrudan eşdeğer bir araçları yoktur. Ancak bireysel kimlik hafızası gayri resmi olarak aynı rolü oynar. Vampir yarasalar, borçların ödenmesi konusunda, kaynaşık kümelerindeki hangi bireylerin güvenilir, (geri çıkartılan, kusulan kan ile), hangilerinin hilekar olduğunu öğrenirler. Doğal seçilim, asimetrik gereksinim ve fırsat ilişkilerinde bireyleri, elverişli olduğunda vermeye, elverişli olmadığındaysa almak için karşı tarafı kışkırtmaya yatkınlık kazandıran genleri destekler. Doğal seçilim ayrıca şu eğilimleri de destekler; zorunlulukların hatırlanması, kin gütme, değiş tokuş ilişkilerinin kontrol altında tutulması ve alan ancak sırası geldiğinde vermeyen hilebazların cezalandırılması. Hilebazlar her zaman olacaktır ve karşılıklı özgeciliğin oyun teorisel bilmecelerine karşı kalıcı çözümler üretilmesi için her zaman hilebazların cezalandırılmasına dair bir unsur gerekmektedir. Matematiksel teori, bu tür 'oyunlara' iki ana çeşit kalıcı çözüm getirir. 'Daima kötü ol' kalıcı bir çözümdür çünkü eğer herkes kötüyse sadece bir iyi birey, iyi bir çözüm olmayacaktır. Ancak yine kalıcı olan başka bir strateji daha vardır. ('Kalıcının' anlamı, stratejinin kullanımı nüfus içinde ciddi bir sıklığa ulaştığında, hiçbir alternatifin daha iyi bir çözüm getirmemesidir.) Bu diğer strateji şöyledir, 'iyi huylu olarak başla ve diğerlerine kararsızlık hakkını tanı. Sonra, iyi eylemleri iyilikle karşıla ancak kötü eylemlerin intikamını al.' Oyun teorisi dilinde bu strateji (ya da benzer strateji kümeleri) farklı isimlerle tanınır, Kısasa Kısas, Dişe Diş Kana Kan gibi. Bazı koşullar altında bu yöntem evrimsel olarak kalıcıdır çünkü karşılık vermenin hâkim olduğu bir nüfus içerisinde, tek bir kötü birey ve tek bir kayıtsız şartsız iyi birey bundan daha iyisini sunamayacaktır. Kısasa kısasın farklı daha karmaşık değişkenleri vardır ve yerine göre daha olumlu sonuçlar vermektedir. Akrabalık ve karşılıklı etkiyi Darwinci bir dünyanın ikiz direkleri olarak tanımladım ancak bu ana direklerin üstünde duran ikincil yapılar vardır. Dil ve gevezeliğin olduğu sosyal topluluklarda ün önemlidir. Bir birey nezaketi ve soyluluğuyla ünlü olabilir. Bir diğeri kaypaklık, dolandırıcılık ve anlaşmanın kurallarını bozmak gibi özelliklerinden ötürü kötü şöhretli olabilir. Bir başka birey soyluluğuyla ünlüdür ancak içinde yaşadığı toplumda güven hissi, hilekârlığın acımasızca cezalandırılmasıyla kurulmuştur. Karşılıklı özgeciliğin sade teorisinin herhangi bir tür hayvandan beklentisi, hayvanın türünün diğer üyelerinde bulunan bu gibi özelliklere karşı bilinçsiz bir duyarlılıkla davranmasıdır. Sosyal topluluklarda ünlerin yayılması için dilin gücünü kullanırız. Genelde bu dedikodu şeklindedir. X'in barda hesap ödememesinden kişisel olarak zarar görmenize gerek yoktur. X'in pinti olduğunu 'dedikodu gazetesinden' duyarsınız ya da (örneğe ironik bir karışıklık eklersek) bunu size ileten Y aslında korkunç bir yalancıdır. Ün önemlidir ve biyologlar, sadece sağlam bir "karşılık verici" değil ama aynı zamanda sağlam bir karşılık verici olarak bu sıfatın ününü beslemenin Darwinci bir sağ kalma değeri olduğunu onaylayacaklardır. Matt Ridley'in The Origins ofVirtue (Namusun Kökeni), Darwin-ci ahlakın tüm alanının berrak bir açıklaması olmasının yanı sıra, özellikle ün konusunda açıklayıcıdır. Norveçli ekonomist Thorstein Veblen ve farklı bir yöntem seçen İsrailli zoolog Amotz Zahavi bu konuya parlak bir fikirle katkıda bulunmuşlardır. Özgecil bağışlama, egemenlik ya da üstünlüğün bir reklamı olabilir. Antropologlar bu görüşü Potlatch Effect olarak bilirler ki bu, Kuzey Batı Pasifik'teki kabilelerde, kabile reisi adaylarının perişan edici zenginlikte şölen verme düellolarıyla birbirleriyle çekişmeleri geleneklerinden kaynaklanır. Olağanüstü durumlarda, misilleme niteliğindeki eğlencenin süresi taraflardan birinin kaynakları tükenene kadar devam eder, gelgelelim kazananın durumu da pek farklı değildir. Veblen'in 'çarpıcı tüketim' kavramı, çağdaş sahnenin birçok gözlemcisinin hassas yönünü bulur. Zahavi'nin katkısı seneler boyunca biyologlar tarafından önemsenmemiştir. Ancak en sonunda kuramcı Alan Grafen, zekâ dolu matematik modelleriyle onu savunmuş ve Potlatch görüşünün evrimsel bir uyarlamasını temin etmiştir. Zahavi Arap ötleğenlerini inceler. Bunlar küçük kahverengi kuşlardır. Sosyal gruplar halinde yaşarlar ve iş birliği yaparak ürerler. Tıpkı birçok küçük kuş türünde olduğu gibi, ötleğenler uyarı sesleri çıkarırlar ve ayrıca birbirlerine besin bağışlarlar. Bu gibi özgecil eylemlerin klasik bir Darwinci bakış açısıyla incelemesinde, öncelikle kuşlar arasındaki karşılıklı etki ve akrabalık ilişkileri mercek altına alınır. Bir ötleğen bir arkadaşını beslerken daha sonra bu arkadaşı tarafından beslenmeyi beklemekte midir? Ya da iyiliği alan kuş yakın bir genetik akraba mıdır? Zahavi'nin yorumu radikal olarak beklenmediktir. Baskın ötleğenler astlarını besleyerek nüfuz haklarını korurlar. Zahavi'nin hoşuna giden Antropomorfik dili kullanırsak, baskın kuş şuna benzer bir şey söyler, 'Sizden ne kadar üstün olduğuma bakın, yüksek bir dalda oturarak kendimi atmacaların görüş sahasına sokacak kadar güçlüyüm. Yerde beslenen sürünün geriye kalanını uyarmak için bir nöbetçi gibi hareket edebiliyorum.' Zahavi ve arkadaşlarının gözlemleri, ötleğenlerin tehlikeli nöbet görevi için etkince rekabet ettikleri fikrini beyan eder. Ve her ne zaman bir ast ötleğen baskın bir ötleğene besin sunma girişiminde bulunsa, bu aşikâr cömertlik şiddetle geri çevrilir. Zahavi'nin görüşünün özünde, üstünlük bildirilerinin doğruluğunun bildirilerin bedelleriyle kanıtlanması vardır. Sadece ve sadece gerçekten üstün bir birey külfetli bir hediye aracılığıyla üstünlüğünü bildirecek kadar güçlü olabilir. Bireyler, (örneğin eşlerini cezbederken) üstünlüğün pahalıya mal olan gösterileri, gösterişli cömertlikleri ve vatansever atılımlarıyla başarıyı satın alırlar. Şimdi bireylerin birbirlerine karşı özgecil, cömert ya da 'dürüst' olmasını açıklayan dört sağlam Darwinci sebebimiz var. Bir; özgün bir durum olan genetik akrabalık. İki; karşılıklı etki: alınan iyiliklerin karşılanması ve geri ödeneceğini 'umarak' iyilikler sunma. Bunun sonrasında, üçüncü olarak, şefkat ve cömertlikle ün kazanmanın Darwinci yararı. Ve dört, eğer Zahavi haklıysa, dikkat çekici cömertliğin bir tür taklit edilemez, güvenilir bir bildiriye dönüşmesi ve bunun özgün bir ek fayda sağlaması. Tarih öncesi zamanın büyük bölümünde insanoğlu bu dört tür özgeciliğin hepsinin evrimini güçlü bir şekilde desteklemiş koşullar altında yaşadı. Köylerde yaşadık ya da bundan daha önceleri, babunlar gibi ayrık, göçebe topluluklar halinde yaşadık ki bu topluluklar kısmen de olsa komşu köy ya da toplulukların uzağındaydı. Topluluk üyesi arkadaşlarınızın çoğu akrabanızdı ve diğer toplulukların üyelerinden çok daha yakın ilişkideydiniz; böylece akrabalık özgeciliğinin gelişmesi adına birçok fırsat doğdu. Ve, akraba ya da değil, hayatınız boyunca hep aynı kişilerle karşılaşmaya meyilliydiniz; böylece karşılıklı özgeciliğin gelişmesi için ideal koşullar doğdu. Bu koşullar ayrıca özgecilik ününüzü yerleştirmek adına da idealdi ve yine aynı ideal koşullar dikkat çekici cömertliğin ilanı için de geçerliydi. Eski insanlar da bu yollardan herhangi biri ya da dördünü de kullanarak, özgecilik yönündeki genetik eğilimlere önem vermişlerdi. İlkel çağ atalarımızın neden kendi kümeleri içindeki bireylere karşı iyi, diğer kümelerdekilere karşı kötü (Ksenefobi) olduğunu anlamak hiç de zor değildir. Ancak artık çoğumuz akrabalarımızla çevrelenmediğimiz büyük şehirlerde yaşıyoruz ve her gün bir daha asla karşılaşmayacağımız insanlarla tanışıyoruz; o halde neden hala birbirimize ve hatta başka topluluklara ait bireylere karşı iyi huyluyuz? Doğal seçilimin menzilini yanlış tanımlamamak burada önemlidir. Seçilim genleriniz için yararlı olanın kavranabilir bir farkındalığının evrimini desteklemez. Bu farkındalığın kavranabilir bir seviyeye ulaşması için yirminci yüzyıla kadar beklenilmesi gerekir ve günümüzde bile bunu bütünüyle kavrayanlar yalnızca küçük bir grup uzmanla sınırlıdır. Doğal seçilim el yordamlarını (göz kararı, parmak hesabı) destekler ve pratikte bu el yordamlarını inşa eden genleri destekleyerek işler. El yordamları, doğaları gereği, bazen teklerler. Bir kuşun beyninde, 'yuvanda ciyaklayan küçük şeylerle ilgilen ve kırmızı ağızlarına besin bırak' yordamı karakteristik olarak bu yordamı inşa eden genleri koruma etkisine sahiptir çünkü yetişkin kuşun yuvasında ciyaklayan ve ağız açanlar doğal olarak yetişkin kuşun kendi yavrularıdır. Bu yöntem bir şekilde başka bir yavru kuşun yuvaya girmesiyle tekler, bu durum guguk kuşları tarafından olumlu etkiler beklenerek düzenlenen bir ayrıntıdır. Merhametli insan dürtümüz bu teklemelere tekabül ediyor olabilir mi? Bu dürtümüz, yavru bir guguk kuşunu büyütmek için canla başla mücadele eden bir çalıbülbülünün ebeveyn içgüdülerinin teklemesine benzemiyor mu? Daha yakın bir benzetmeyle, bir çocuğu evlat edinme insani dürtüsü. Hemen eklemeliyim ki buradaki 'tekleme' ifadesi sadece Darwinci anlama yöneliktir. Aşağılayıcı bir ima içermemektedir. Benimsediğim, Tekleme' ya da 'yan ürün' görüşü bu şekilde işler. Doğal seçilim, atalarımız zamanında, küçük ve durağan gruplar halinde, tıpkı babunlar gibi yaşadığımız dönemde beynimiz içinde özgecil dürtüler programladı. Bunu cinsel dürtüler, açlık dürtüleri, ksenefobik dürtüler ve benzerleri takip etti. Zeki bir çift Darwinci görüşten faydalanarak cinsel dürtülerine dair en yüce sebebin üreme olduğunu kavrayabilir. Kadının doğum kontrol hapı kullandığı için hamile kalamayacağını bilirler. Ve bu bilgiye rağmen cinsel arzularının bir nebze dahi azalmadığını keşfederler. Cinsel arzu cinsel arzudur ve bireyin psikolojisi üzerindeki etkisi, cinsel arzuyu harekete geçiren temel Darvvinci baskıdan bağımsızdır. Cinsel arzu, temel mantığından bağımsızca varolan güçlü bir dürtüdür. Şefkat, özgecilik, cömertlik, duygudaşlık, merhamet konularında da aynı mantığın geçerli olduğunu iddia ediyorum. Atalar döneminde, yalnızca yakın akrabalık ve olası alış veriş meselelerinde özgecil olma fırsatımız vardı. Günümüzde bu kısıtlama yoktur ancak el yordamı süregelir. Neden böyle olmasın? Bu tıpkı cinsel arzu gibidir. Gözü yaşlı bir bahtsızla (akraba olmayan ve iyiliğin karşılığını veremeyecek) karşılaştığımızda acıma hissimize engel olamayacağımız gibi karşıt cinsten bir bireye karşı (kısır olabilir ya da üremesi başka bir sebeple imkânsızdır) şehvet hislerimizi de engelleyemeyiz. Her ikisi de teklemedir, Darwinci tekleme: Mutluluk veren, değerli teklemeler. Bir anlığına bu tür Darwinci esasların merhamet ve cömertlik gibi yüce duyguları alçaltmadığını ya da küçümsemediğini düşünün. Ve de cinsel arzuyu. Cinsel arzu, dilbilimsel kültürün sınırlarına girdiğinde, önemli şiir ve drama olarak yücelir: John Donne'nin aşk şiirleri ya da mesela Romeo ve Juliet. Ve elbette ki, akrabalığın tekleyen yönünde de aynı durum geçerlidir ve karşılıklı alış veriş temelli merhamette. Borcu olan birisine karşı merhamet, bağlam dışında bakıldığında, başka birisinin çocuğunu evlat edinmek kadar Darwinci değildir:


Merhametin yapısı gereği zoraki değildir.
Tıpkı gökyüzünden dünyaya
Damlayan ılık bir yaz yağmuru gibidir

Cinsel arzu, insani tutku ve çabanın büyük bölümünün arkasındaki, harekete geçirici bir etkidir ve bütünüyle bir teklemedir. Aynı görüşün cömert ve merhametli olma arzusu için de geçerli olmaması için hiçbir sebep yoktur. Atalarımız zamanında doğal seçilim için bu iki tür arzuyu inşa etmenin en iyi yolu el yordamlarını beyne yüklemekti. Bu yordamlar bugün de bizi etkilemektedir, şartlar yüzünden esas işlevlerini yitirdikleri zamanlarda bile. Bu tür el yordamlarının üzerimizde hala etkileri vardır, bu etkiler Kalvinist bir kaçınılmazlıkta değil ancak edebiyat, gelenek, görenek ve hukukun uygarlaştıran etkilerinin süzgecinden geçer; ve elbette dinin. Tıpkı ilkel cinsel arzu beyin yönteminin medeniyet süzgecinden geçerek Romeo ve Juliet'in aşk sahnelerinde ortaya çıkması gibi. Bize-karşı-onlar ilkel beyin yöntemleri de Capulet ve Montague aileleri arasındaki kan davası savaşlarında ortaya çıkar; özgecilik ve duygudaşlığın ilkel beyin yöntemleriyse Shakespeare'in son sahnesindeki zoraki barışmayla bizi neşelendirip alkışlatan bir tekleme olarak belirir.

AHLAKIN KÖKENİ HAKKINDA BİR DURUM ARAŞTIRMASI

Eğer ahlak yönümüz, tıpkı cinsel arzu gibi, gerçekten dinin ortaya çıkmasından önceki Darwinci geçmişimizin derinliklerinden kaynaklanıyorsa, insan zihni araştırmalarının bazı evrensel ahlaki kuralları gözler önüne sermesini beklemeliyiz ki bunlar coğrafik ve kültürel bariyerleri ve ayrıca daha da zorlu dini bariyerleri aşan kurallardır. Harvard’lı biyolog Marc Hauser kitabı Moral Minds: How Nature Designed our Universal Sense of Right and Wrong (Dürüst düşünceler: Doğanın Evrensel Doğru ve Yanlış Anlayışımızı Tasarlaması) aslen ahlak filozofları tarafından öne sürülen, verimli bir dizi düşünce üzerinde yoğunlaşır. Hauser’in çalışması ayrıca ahlak filozoflarının düşünce yöntemlerini ortaya koyarak fazladan bir görevi yerine getirir. Ahlaki konulu kuramsal bir ikilem sunulur ve buna yanıt vermekte yaşayacağımız zorluk bize doğru ve yanlış algımız hakkında bir fikir verir. Burada Hauser’i felsefecilerin bir adım ötesine taşıyan, fiilen istatistiksel ölçümler ve psikolojik deneyler yapmasıdır. Örneğin, gerçek insanların ahlaki fikirlerini açığa kavuşturmak için Internet üzerinden anketler düzenlemiştir. Güncel bir bakış açısıyla göz atıldığında, ilginç bir durum ortaya çıkar; bu ikilemlerle yüzleşen insanlar çoğunlukla aynı kararda birleşirler ve bu uzlaşmaları öylesine kuvvetlidir ki gerekçelerini açık seçik belirtmekte dahi bu kadar kararlı davranamazlar. Bu sonuç, eğer beyinlerimizde inşa edilmiş bir ahlaki eğilim varsa beklememiz gereken bir sonuçtur, tıpkı cinsel içgüdümüz ya da yükseklik korkumuz gibi ya da Hauser’in deyimiyle dil kabiliyetimiz gibi (ayrıntılar medeniyetten medeniyete farklılık gösterir ancak gramerin temel yapısı evrenseldir.) Göreceğimiz üzere, insanların bu ahlak konulu testleri yanıtlama yöntemleri ve gerekçelerini belirtmekte yetersiz kalma durumları, dinsel inançlarından ya da inançsız olmalarından fazlasıyla bağımsızmış gibi görünüyor. Hauser’in kitabının mesajı ki kanımca bizzat şu sözlerle ifade edecektir, şudur: ‘Ahlaki yargılarımızın kullanılması evrensel bir ahlaki gramerdir ve bu, olası bir ahlaki sistemler dizisini doğuracak ilkeleri barındırabilmek için milyonlarca yıl boyunca evrimleşmiş bir zihin yetişidir. Dilde olduğu gibi, ahlaki gramerimizi oluşturan ilkeler farkındalık radarının kontrol sahasının içindedir.’ Hauser’in tipik ahlaki ikilemleri, birçok insanı öldürme tehdidi bulunan freni patlayan bir kamyon ya da bir demiryolu üzerinde kontrolsüzce ilerleyen ‘tren’ temalarının çeşitlemeleridir. En basit hikâyede, Denişe isimli bir kişi makas kontrolünü sağlayan bir kolun başında hazırda beklemekte ve trenin yönünü değiştirebilecek konumda bulunmaktadır. Trenin yönünü değiştirdiğinde demiryolunun biraz ilerisinde, rayların üzerinde tuzağa düşmüş beş kişinin hayatını kurtarabilecektir. Ne yazık ki emin bölgede de (trenin yönü değiştiğinde gideceği bölge, yan yol) tuzağa düşmüş bir kişi vardır. Ancak burada yalnızca bir kişi vardır ve ana hatta tuzağa düşmüş beş kişi sayıca fazladır. Çoğu kişi Denise’in eğer zorunlu değilse bile kolu çekmesinin ve bu tek başına tuzağa düşmüş tek kişiyi gözden çıkararak diğer beş kişiyi kurtarmasının ahlaken hoş görülebilir olduğunda karar kılar. Bu test sırasında, bu tek adamın Beethoven ya da Denise’in yakın bir arkadaşı olması gibi kuramsal olasılıklara aldırış etmiyoruz. Bu felsefe deneyinin titiz detaylarında, insanı gittikçe daha da kızdıran bir ahlak bilmecesi silsilesi vardır. Eğer demiryoluna biraz ilerideki bir köprüden aşağı ağır bir engel atarak tren durdurulabiliyorsa ne olur? Yanıt basit: elbette bu ağır engeli atmalıyız. Ancak ya eldeki tek ağır engel köprünün trabzanlarında oturmuş gün batımını seyreden şişman bir adamsa? Hemen herkes bu adamı köprüden atmanın ahlak dışı bir davranış olduğunu onaylar; bu ikilem, Denise’nin kolu çekip, bir kişinin hayatıyla beş kişiyi kurtarma ikilemine çok benziyor olsa da. Çoğumuz ayrıntılarıyla ifade edemesek de bu iki durum arasında yaşamsal önemi olan bir fark olduğunu sezeriz. Şişman adamı köprüden itmek, Hauser’in düşündüğü başka bir ikilemi akla getirir. Bir hastanedeki beş hasta ölmek üzeredir, her birinin farklı bir organı tükenmiştir. Eğer tüm bu beş tükenmiş organın yerine kendi organlarını verebilecek tek bir donör bulunabilirse bu hastaların hayatı kurtulacaktır ancak gönüllü donör olmak isteyen birisi çıkmaz. Sonra, cerrah bekleme odasında oturan sağlıklı bir adamı farkeder ki bu adamın gerekli beş organı da düzenli çalışmakta ve transplantasyon için uygundur. Bu durumda, hasta beş insanı kurtarmak için bu sağlıklı adamı öldürmenin ahlaklı bir davranış olduğunu söylemeye hazır hiç kimse bulunamamıştır. Köprüdeki şişman adamda olduğu gibi, topluca paylaştığımız fikir masum sağlıklı adamın birden bire kötü bir durumun içine atılmaması ve bedeni izni olmadan diğerlerinin sağlığı için kullanılmamasıdır. Immanuel Kant’ın kusursuzca ifade ettiği ilkeye göre, mantıklı bir varlık asla razı olmayacağı bir sona doğru sürüklenmemelidir. Bu son diğerlerinin yararına olsa dahi. Bu tanım, köprüdeki şişman adam ile (ya da hastanenin bekleme odasındaki adam ile) Denise’nin yolundaki adam arasındaki kritik farkı açıklar görünüyor. Köprüdeki şişman adam hareket halindeki treni durdurmak için olumlu yönde kullanılıyor. Bu, Kant ilkesini açık biçimde çiğnemektir. Emin bölgedeki adam ise ray üzerindeki beş kişinin hayatını kurtarmak için kullanılmamaktadır. Kullanılan sadece emin bölgedir ve bu adam orada durduğu için kör talihlidir. Peki farkı bu şekilde açıkladığınızda, neden bizi tatmin ediyor? Kant’a göre, bu katışıksız ahlaktır. Hauser’e göreyse, evrim sayesinde beynimize yerleşmiştir. Kontrolden çıkmış trenle ilgili kuramsal şartlar giderek yaratıcılık kazanıyor ve ahlaki ikilemler de artarak dolambaçlı bir hal alıyor. Hauser kuramsal karakterler Ned ve Oscar’ın karşı karşıya kaldığı kuramsal ikilemleri karşılaştırır. Treni emin bölgeye yönlendirebilen Denise’nin çekeceği kolun aksine, Ned’in çekeceği kolun görevi, treni emin bir bölgeye yönlendirmenin ardından, tren tuzağa düşmüş beş kişiye yaklaşır yaklaşmaz tekrar ana patikaya yöneltmesidir. Bu ikilemde yalnızca kolu çekip trenin yolunu değiştirmek yeterli olmayacaktır: tren tekrar ana patikaya çıktığında ister istemez bu beş kişiye çarpacaktır. Ancak, tesadüfe bakın ki, tali patikada treni durdurabilecek kadar ağır bir adam oturmaktadır. Ned kolu çekip, trenin yönünü değiştirmeli midir? Burada çoğunluğun yanıtı, hayır yapmamalıdır. Ancak Denişe ve Ned’in ikilemlerinin arasındaki fark nedir? Büyük ihtimalle insanlar içgüdüsel olarak Kant’ın ilkesini uygulamaktadırlar. Denişe trenin beş insanı ezip geçmesini trenin yönünü değiştirerek engeller ve emin bölgedeki talihsiz kaza Rumsfeldian’ın etkileyici deyimiyle ‘yardımcı zarardır.’ Emin bölgedeki adam Denişe tarafından insanları kurtarmak için kullanılmamıştır. Ned şişman adamı gerçekte treni durdurmak için kullanır ve insanların çoğu, (belki de düşünmeden) Kant ile birlikte (mükemmel ayrıntılarını düşünerek tasarlamıştır), bunun yaşamsal bir fark yarattığında hemfikirdir. Oscar’ın ikilemi yeni bir farkı açığa çıkarır. Oscar’ın şartlan Ned’inkiyle aynıdır, bir farkla, tali yolda treni durdurmaya yetecek kadar ağır büyük bir demir engel vardır. Oscar’ın kolu çekip trenin yönünü değiştirmekte tereddüt yaşamayacağı açıktır. Tabi yürüyüşe çıkan birisi demir engelin önünden geçmeyecekse. Bu kişi eğer Oscar kolu çekerse hiç kuşkusuz ölecektir, tıpkı Ned’in şişman adamında olduğu gibi. Buradaki fark Oscar’ın yürüyüşçüyü treni durdurmak için kullanmamasıdır: bu yürüyüşçünün ölümü Denise’nin ikileminde olduğu gibi bir yardımcı zarardır. Tıpkı Hauser ve Hauser’in denekleri gibi, Oscar’ın kolu çekme izni olduğu, Ned’inse olmadığını hissederim. Ama aynı zamanda kararımı haklı çıkarmanın epey güç olduğunu düşünürüm. Hauser’in bununla ilgili açıklaması, bu gibi ahlaki içgüdülerin genelde ayrıntılarıyla açıklanamadığı ancak her halükarda bunları güçlü bir şekilde benimsediğimiz yönündedir çünkü bu evrimsel bir mirastır. Merak uyandırıcı bir antropolojik girişimle Hauser ve meslektaşları ahlak deneylerini, Kuna isimli bir Orta Amerika kabilesinin yaşantısına uyarladılar. Bu küçük kabilenin Batı Amerikalılarla olan ilişkisi zayıf, dinleriyse resmi değildi. Araştırmacılar “Bir hat üzerindeki tren” felsefe deneyini, kanolara doğru yüzen timsahlar gibi yöreye uygun eşdeğer örneklerle değiştirdiler. Adil küçük farklılıklara rağmen, Kuna kabilesi bizimkilerle aynı ahlaki kararları verdi. Hauser’in bu kitapta yer alabilecek özgün görüşlerinden bir diğeri, dindar insanların ahlaki sezilerinin ateistlerden farklı olup olmadığıdır. Eğer ahlakımız dinden kaynaklanıyor olsaydı hiç kuşkusuz farklı olmalılardı. Ancak görünen o ki böyle bir fark yoktur. Ahlak felsefecisi Peter SingerM7j ile birlikte bir çalışma hazırlayan Hauser üç ikileme odaklandı ve dindar insanların fikirlerini ateistlerin fikirleriyle karşılaştırdı. Her durumda, deneklerden kuramsal bir eylemin ahlaki açıdan ‘zorunlu’, ‘hoş görülebilir’ ya da ‘yasak’ olması özelliklerinden birini seçmeler istendi. Bu üç ikilem şöyle sıralanıyor:

1. Denise’nin ikilemi. İnsanların yüzde doksanı beş kişiyi kurtarma! için bir kişinin hayatını feda edip, trenin yönünü değiştirmeniı hoş görülebilir olduğunu söyledi.

2. Bir gölde boğulmak üzere olan bir çocuk gördünüz ve etraft; sizden başka yardım edecek kimse yok. Çocuğu kurtarabilirsini ancak bunu yaptığınızda takım elbiseniz berbat olacak. İnsanları] yüzde doksan yedisi çocuğu kurtarmanızın zorunlu olduğun söyledi (ne tuhaftır ki geriye kalan yüzde üç takım elbisenin dah önemli olduğunu söyledi.)

3. Yukarıda tanımlanan organ nakli ikilemi. Deneklerin yüzd doksan yedisi bekleme odasında oturan sağlıklı adamı yakalama ve organları için onu öldürmenin, diğer yandan organ içi bekleyen beş kişiyi kurtarmanın, ahlaken yasak olduğund hemfikir oldu.



Hauser ve Singer’in ortak çalışmasının temel sonucu, bu ti kararlar alınmasında dindar kişiler ve ateistler arasında istatistikse belirgin bir fark olmadığıdır. Bu sonuç benim ve diğer birçok kişinin benimsediği şu görüşle uyumlu görünüyor, yani iyi ya da kötü birisi olmak için Tanrıya ihtiyacımız yoktur.

EĞER TANRI YOKSA NEDEN İYİYİZ?

Soru bu şekilde yöneltildiğinde elbette alçaltıcı bir izlenim bırakır. Dindar bir insan bu soruyu bana bu şekilde sorduğunda (ki çoğu dindar bunu yapar) hemen şeytana uyar (!) ve şöyle meydan okurum: ‘Gerçekten iyi olmaya çalışmaktaki tek sebebin Tanrı’nın onayını ve ödülü almak ya da kınaması ve cezalandırmasından sakınmak mıdır? Bunun ahlaklı olmakla hiçbir ilgisi yoktur, bu yalnızca yağcılık etmektir, dalkavukluktur. Her hareketini hatta derin düşüncelerini gözleyen gökyüzündeki kontrol kamerası ya da kafanın içindeki çelik küçük ileti cihazını gizliden gizliye kollamaktır.’ Einstein’ın dediği gibi, ‘Eğer insanlar sadece cezalandırılmaktan korktukları ya da ödüllendirileceğini umut ettikleri için iyi kalplilerse, o halde gerçekten çok acınacak haldeyiz.’ Michael Shermer, İyi ve Kötünün Bilimselliği ‘nde (The Science of Good and Evil) bunu “tartışma sonlandırıcısı” olarak isimlendirir. Eğer Tanrının yokluğunda, ‘hırsızlık, tecavüz ve cinayet suçlarını işleyeceğinizi’ onaylıyorsanız, ahlaksız bir insan olduğunuzu ifşa etmiş olursunuz ‘ve sizi gördüğümüzde yönümüzü değiştirmemiz konusunda oldukça tedbirli davranırız.’ Diğer yandan, eğer ilahi gözetim altında değilken dahi iyi bir insan olmayı sürdüreceğinizi söylerseniz, Tanrının varlığının iyi bireyler olmamız için zorunlu olduğu iddianızı kaçınılmazca sarsmış olursunuz. Birçok dindar kişinin dinin kendilerini iyi birer birey olma konusunda motive ettiğini düşündüklerini biliyorum, özellikle de kişisel günahkârlığı sistematik biçimde sömüren inançlardan birinin mensubu iseler. Bana öyle geliyor ki Tanrıya inancımız aniden kayıplara karıştığında, hepimizin duygusuz ve bencil bir hedonist gibi hareket edeceğimizi ve şefkatten uzak, merhametsiz, cimri, iyilik sıfatını hak edecek hiçbir vasıf taşımayan kişilere dönüşeceğimizi düşünmek için oldukça düşük bir özsaygı gerekecektir. Dostoevsky’nin bu görüşte olduğuna geniş ölçüde inanılır. Bunun sebebi herhalde Ivan Karamazov’a laf yapıştırmak için kaleme aldığı şu yorumları olabilir:

[Ivan] kutsal gözleminin ardından şöyle bir sonuç çıkardı; doğada insanın insanoğlunu sevmesi için bir kural kesinlikle yoktur ve eğer sevgi şimdiye dek tüm dünyada varolsaydı, bu doğa kanunlarının bir erdemi sayılamaz, bütünüyle insanın kendi ölümsüzlüğüne olan inancından kaynaklanırdı. Ayrıca kesin sözlerle şunu ekledi; doğa kanunlarını oluşturan etmen, ismen, insanın kendi ölümsüzlüğüne olan inancı bir kez yok olduğunda, insan yalnızca sevgi yeteneğini yitirmekle kalmayacak aynı zamanda bu dünyadaki yaşamını destekleyen yaşamsal etkileri de kaybedecek. Bundan başka, artık hiçbir şey ahlak dışı olmayacak, yamyamlık dahil her şey serbest olacak. Ve neticede, sanki tüm bunlar yetmezmiş gibi şunu ilan etti; siz ve benim gibi her birey (örneğin, kendi ölümsüzlüğüne ya da Tanrıya inanmayan birisi) için, doğa kanunu aniden değişerek eski din temelli kanunun tam zıt halini alacak ve egoizm, suç işlemeyi de kapsayarak, yalnızca hoşgörülebilir olmakla kalmayıp aynı zamanda insan yaşantısının en akılcı hatta en asil varoluş sebebi olarak zorunlu kılınacak.


Safça denilebilir ancak ben Ivan Karamazov’un insan doğasına bakış açısından daha az alaycı bir bakış açısına yatkınımdır. Bencil ve suça yönelik davranmamızın önünün kesilmesi için gerçekten gerek Tanrı gerekse birbirimiz tarafından kontrol altında tutulmamız gerekli midir? Şahsen bu gibi bir gözetime ihtiyacım olmadığına samimiyetle inanmak isterim ve sevgili okuyucular, siz de böyle düşünmüyor musunuz? Diğer taraftan, özgüvenimizi zayıflatırcasına, Steven Pinker’in The Blank Slate’de (Boş Film Tahtası) tarif ettiği, Montreal’deki güvenlik güçleri grevindeki hayal kırıklığı yaratan deneyimine kulak vermeliyiz:

Romantik 1960′larda, barışçılığıyla övünen Kanada’da genç bir delikanlı olarak, Bakunin anarşisinin sağlam bir taraftarıydım. Ebeveynlerimin, “eğer hükümet kolluk kuvvetlerini bir kenara iterse her yer cehenneme dönecektir” nasihatine gülüp geçmiştim. Rekabet içindeki tahminlerimiz 17 Ekim 1969, sabah saat 8:00′de Montreal kolluk kuvvetleri greve başladığında sınanmaya başlandı. Öğleye doğru saat ll:20′de ilk banka soygunu gerçekleşti. Öğlen olduğundaysa şehir merkezindeki dükkanların çoğu yağmalama yüzünden kapandı. Bu olaylar üzerinden daha birkaç saat geçmemişti ki, taksi şoförleri havaalanı müşterileri için kendileriyle rekabet halindeki bir limuzin kiralama şirketinin binasını ateşe verdiler. Bir keskin nişancı çatılardan birine çıkarak bir polis memurunu öldürdü. İsyancılar bazı otel ve restoranları bastı ve bir doktor banliyödeki evine giren bir hırsızı öldürdü. Günün sonunda, altı banka soyulmuş, neredeyse yüz dükkân yağmalanmış, on iki yangın başlatılmış, kırk araba dolusu dükkân camı kırılmış, şehir otoriteleri orduyu ve elbette Kanada Atlı Polislerini düzeni yeniden sağlamak adına çağırmadan evvel mülk zararı üç milyon doları aşmıştı. Bu belirleyici, deneysel sınav siyasi görüşlerimi sükûtu hayale uğratmıştı…


Belki de, insanların gözetim altında tutulmadıkları ya da Tanrı tarafından yönetilmedikleri zamanda iyi olmayı sürdüreceklerine inanarak Polyannacılık oynuyorumdur. Madalyonun diğer yüzünde, Montreal nüfusunun büyük çoğunluğu muhtemelen Tanrı inancı olan kişilerdi. Yeryüzü üzerindeki kolluk kuvvetleri kısa bir süreliğine sahneden yok olduğunda, Tanrı korkusu bu insanları bu kötülükleri yapmaktan neden alıkoymadı? Montreal grevi Tanrı inancının bizi iyi insanlar yaptığı varsayımını sınamak için oldukça sağlam bir doğal deney değil miydi? Ya da kinik (kötümser) H.L.Mencken keskin bir dille şu görüşünü bildirdiğinde haklı mıydı?: İnsanlar dine ihtiyacımız var dediklerinde asıl imaları kolluk kuvvetlerine ihtiyacımız olduğudur.’ Elbette polis güçleri grevdeyken tüm Montreal kötülük yapma peşinde değildi. Dindarların yağma ve yıkım olaylarına karşı dindar olmayanlara nazaran daha az eğilimli olup olmadığına dair bir istatistiksel sonucun elimizde olmaması üzücü. Bu konu hakkında bilgisiz birisi olarak bir tahmin yaparsam eğer, dindarların yıkıp yağmalamaya daha eğilimli olduklarını söylerim. Sık sık şu iğneleyici yorumu duyarım, ateistler polise karşı direnmekten çekinirlermiş. Kim bilir belki de hapishanelerde çok az sayıda ateist olmasının nedeni budur (ki birkaç küçük kanıt olsaydı, bir sonuç çıkarmak daha basit olurdu elbette.) Ateizmin kesin bir şekilde ahlaklı olmanın seviyesini arttırdığını iddia etmiyorum, ama hümanizm (insancılık) büyük ihtimalle bu noktada başarılıdır (Genelde ateizmin yolunu takip eden ahlaki sistem.) Bir diğer iyi olasılık ateizmin, yüksek eğitim, zekâ ya da özgür düşünce gibi bir üçüncü etmenle bağ kurması ve bunun suç dürtüsünü etkisizleştirebilmesidir. Mevcut bu tür araştırmaya dayalı ispatlar hiç kuşku yok ki dinin ahlakla olumlu yönde bir ilişkisi olduğu ortak görüşünü desteklemeyecektir. Bu gibi bağıntılı kanıtlar asla inandırıcı olamazlar ancak yine de Sam Harris1 tarafından Letter to a Christian Nation’da (Hıristiyan Bir Ulusa Mektup) açığa vurulmuş aşağıdaki şu görüş çarpıcı etkidedir.

Amerika’daki siyasi parti bağlılığı dindarlığın kusursuz bir göstergesi değilse de, ‘kırmızı eyaletlerin’ [Cumhuriyetçi] kırmızı olmalarındaki birincil sebebin muhafazakâr Hıristiyanların ezici siyasi baskısının olduğu bir sır değildir. Eğer Hıristiyan tutuculuğu ve toplumun sağlığı arasında güçlü bir bağ olsaydı, bunun belli başlı işaretlerini Amerika’nın kırmızı-eyaletlerinde görebilmeliydik. Göremeyiz. “Şiddet içeren suç” oranları en düşük yirmi beş şehrin yüzde 62’si ‘mavi’ eyaletler [Demokrat], geriye (1Sam Harris 1967 doğumlu, din ve nörobilim üzerine kitaplar yazmış Amerikalı bir yazardır.) kalan yüzde 38′i ise ‘kırmızı’ eyaletlerdir [Cumhuriyetçi]. Yirmi beş en tehlikeli şehrin, yüzde 76’sı kırmızı eyaletlerde, yüzde 24′ü mavi eyaletlerdedir. Aslında Amerika’daki eri tehlikeli beş şehirden üçü dindar eyalet Teksas’tadır. “Ev soygunu” oranının en yüksek olduğu on iki eyalet kırmızıdır. “Hırsızlık” oranlarının en yüksek olduğu yirmi dokuz eyaletten yirmi dördü kırmızıdır. “Cinayet” oranının en yüksek olduğu yirmi iki eyaletten on yedisi kırmızıdır.


Sistematik bir araştırma yukarıdaki bağıntılı veriyi desteklemeye hizmet edebilir. Dan Dennett, Büyüyü Bozmak’ta (Breaking the Spell), yalnızca Harris’in kitabını değil ama benzer araştırmaları alaycı bir tavırla eleştirir:

Bu sonuçların dindarlar arasındaki en yüksek ahlaki erdemin klasik değerlerine çok sert bir saldırı olduğu aşikardır ve dinsel örgütler bu sonuçları çürütmek için er geç dikkate değer araştırmaları başlatmaya soyunacaklardır… Bu noktada emin olabileceğimiz bir nokta vardır, eğer ahlaki tutum ve dinsel bağlılık, uygulama ya da inanç arasında göze çarpan olumlu bir bağ var ise bu, yakın bir süreçte keşfedilecektir çünkü birçok dinsel örgüt geleneksel inançlarının ahlakla bilimsel bir ilişkisi olduğunu onaylamaya dünden razıdır. (Bu kişiler bilim inançlarını desteklediğinde, bilimin gerçekleri ortaya dökme gücünden oldukça etkilenirler.) Ayrıca bu tür bir bilimsel kanıtın teşhir edilmesi ne kadar gecikirse böyle bir kanıtın olmadığı yönündeki kuşkular da bir o kadar artacaktır.


Mantıklı birçok insan gözetimsiz ahlakın, polis grev yaptığı ya da gözetim kamerası kapatıldığında kayıplara karışan sahte ahlaktan daha doğru olduğunu onaylayacaktır ve ayrıca bu casus kameranın bir polis merkezinde olmasının ya da gökyüzündeki hayali bir kamera olmasının önemi yoktur. Ancak belki de ‘eğer Tanrı yoksa neden iyi olmak için kendimizi kasalım?’ sorusunu alaycı bir tavırla yorumlamak haksızlık olur. Dindar bir düşünür daha içten bir dürüstlükle soruyu yorumlayabilir, ‘Eğer Tanrıya inanmıyorsanız, ortada herhangi kesin ahlaki normlar olduğuna inanmıyorsunuz demektir. Dünyadaki en kusursuz iradeyle iyi bir insan olmaya yönelebilirsiniz ancak neyin iyi neyin kötü olduğuna nasıl karar vereceksiniz? İyi ve kötü normlarınızı size en mükemmel şekilde belirtecek olan sadece dindir. Din olmasa iyi birisi olma yolunda ilerlerken tereddütler yaşar, uyduruk çözümler öne sürerdiniz. Bu u, kural kitabı olmayan bir ahlaktır: Yerli yerine oturmamış bir ahlak. Eğer ahlak sadece bir seçim meselesiyse, Hitler de kendine özgü ırksal ilhamlı normlarına dayanarak ahlaklı olduğunu öne sürebilirdi. Ve ateistlerin hepsi farklı nurlarla (inançlarla) yaşamak adına kişisel seçimlerini bildirip, kolayca işin içinden sıyrılırlardı. Bunun aksine, bir Hıristiyan, bir Yahudi ya da bir Müslüman Hitler’in kesinlikle kötü olduğundan yola çıkarak kötülüğün mutlak bir anlamı olduğunu öne sürebilir ve bu anlam tüm zaman ve mekânlarda geçerlidir. Eğer ahlaklı olmak için Tanrıya gereksinim duyduğumuz doğru olsaydı bile, bu elbette Tanrı’nın varlığını daha olası ya da daha çekici kılmazdı (birçok insan aradaki farkı söyleyemez.) Ancak konumuz bu değil. Kafamda canlandırdığım din savunucusu, Tanrıya yağcılık etmenin iyi yönde olmak için bir dinsel dürtü olduğunu hesaba katmaya gerek duymazdı. Bunun yerine şöyle bir öneride bulunurdu, iyi yönde olma dürtüsü her nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, “Tanrı olmadan neyin iyi olduğunun belirlenmesinde bir standart bulunamaz.” Her birimiz doğrunun tanımını kendimizce yapıp, bu tanımlar ışığında hareket edebilirdik. Yalnızca dine dayalı ahlaki ilkeler saltçılık olarak tanımlanabilir (Mesela ‘altın kuralın’ aksine, ki genelde dinlerle birleşir fakat herhangi bir yerden kaynaklanabilir.) İyi iyidir, kötü de kötü ve örneğin, birisinin acı çekip çekmediği gibi özel durumlar hakkında karar vermekle uğraşmayız. Hayali din savunucum sadece dinin neyin iyi olduğunun belirlenmesinde bir temel sunacağını öne sürerdi. Bazı filozoflar, mesela Kant, dinsel olmayan kaynaklardan salt ahlak değerleri türetmeye çalışmışlardır. Kant, bizzat dindar birisi olarak ki bu o zamanda neredeyse kaçınılmaz bir olguydu1, Tanrıya karşı hizmetten ziyade, hizmete karşı hizmet temelli bir ahlaki sistem yaratmayı denemiştir. Bildik açık buyruğu ‘evrensel bir kanuna dönüşmesini istemeyeceğin kanunları uygulamamızı’ bildirir. Bu yalan söyleme meselesiyle birebir örtüşüyor. İnsanların ilke gereği yalan söylediği bir dünyayı hayal edin ve burada yalan söylemek iyi ve ahlaklı bir davranış olarak değerlendirilsin. Böyle bir dünyada yalan söylemek bir süre sonra bir anlam taşımaz hale gelir. Yalan söylemek gerçekleri zan altına almayı gerektirecektir. Eğer bir ahlak ilkesi herkesin benimsemesini istediğimiz bir kavramsa, yalan söylemek ahlaki bir ilke olamaz çünkü bu ilke anlamsızlığıyla kendi kendine yıkılır. Yalan söylemek, bir yaşam kuralı olmakta doğası gereği güvenilmezdir. Konuyu genelleştirdiğimizde, bencillik ya da diğerlerinin güzel amaçlarına yönelik asalaklık beni etkileyebilir ve bana kişisel tatmin sunabilir. Ancak tüm toplumun bencil asalakçılığı bir ahlaki ilke olarak benimsemesini arzulamam, çünkü böyle bir şey olursa asalaklık edebileceğim kimse kalmaz. Kantçı buyruk, doğruculuk ve diğer bazı konularda işe yarar görünüyor. Bunu ahlakın geneline yaymanın nasıl başarılacağını anlamak pek de kolay değildir. Kant’a rağmen, salt ahlaki değerlerin genelde din tarafından güdüldüğü konusunda hayali din savunucumla hemfikir olmak çekicidir. Ölümcül derecede hasta birisinin ızdırabına kendi isteği olmadan son vermek ilelebet yanlış mıdır? Kendi cinsiyetinizden birisiyle sevişmek her zaman yanlış mıdır? Bir embriyoyu öldürmek her zaman yanlış mıdır? Bunların yanlış olduğuna inanan birçok kişi vardır ve dayanakları kesindir. Kanıtlamaya ya da tartışmaya hiç gelmezler. Onlarla aynı fikirde olmadığınızda her kim olursanız olun vurulmanız gerekir: şaka yapıyorum; elbette Amerikan kürtaj kliniklerinde silahlı saldırıya uğrayan birkaç doktoru bunun dışında tutuyorum (bir sonraki bölüme bakın). Gelgelelim, ne mutlu ki ahlak değerlerinin salt olmaları zorunlu değildir. Doğru ve yanlışı belirlemek ahlak felsefecilerinin mesleki görevidir. Robert Hinde’nin az ve öz tanımıyla, ahlak felsefecileri ‘ahlaki kuralların, mantıkla oluşturulmalarının zorunlu olmamakla birlikte, mantığa dayalı savunmalarının yapılabilmesinde hemfikirdirler. Bu bilimciler kendilerini birçok farklı üslupla sınıflandırırlar ancak çağdaş terminoloji ışığında en büyük ayrım (Kant gibi) ‘deontologlar’ ve ‘neticeciler’ arasındadır (buna ‘utilitarian’ [faydacı] Jeremy Bentham da dahildir 1748-1832.) Deontoloji, ahlakın kurallara itaat etmekten ibaret olduğu inancı için kullanılan süslü bir isimdir. Gerçekteyse yükümlülük, görev bilimidir, Yunanca ‘bağlayıcı neden’ den gelir. Deontoloji salt ahlakçılıkla birebir aynı değildir ancak dinle ilgili bir kitaptaki çoğu amaç için bu fark üzerinde durmaya gerek yoktur. Saltçılar salt doğru ve salt yanlışlar olduğuna inanırlar, doğruluğu ispatlanmış buyruklar (yükümlülük, zorunluluklar) bu doğru ve yanlışların sonuçlarını etkilemez. Neticeciler daha bilgiç bir edayla bir eylemin ahlakının bu eylemin sonuçlarıyla değerlendirilmesini geçerli sayarlar. Neticeciliğin bir diğer uyarlaması faydacılıktır, yani Bentham ve arkadaşı James Mili (1773-1836) ve Mill’in oğlu John Stuart Mili (1806-73) özdeşleşmiş olan felsefe. Faydacılık maalesef sıklıkla Bentham’ın şu belirsiz sloganıyla özetlenir: ‘En kalabalık nüfusun en büyük mutluluğu ahlak ve yasamanın kurulmasıdır.’ Her saltçı görüş dinden türememiştir. Bununla birlikte, saltçı ahlakı dinin dışındaki zeminlerle müdafaa etmek epey güçtür. Aklıma gelen tek unsur vatanseverliktir, özellikle de savaş zamanlarında. Tanınmış İspanyol film yönetmeni Luis BunuePin de dediği gibi, Tanrı ve Vatan yenilmesi mümkün olmayan bir ekiptir; tüm zulüm ve katliam rekorlarını ellerinde tutarlar.’ İnsanları silah altına almak önemli ölçüde sevdiklerinin vatani görev duygusuna bağlıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda genç erkeklere cesaret verenler askeri üniforma giymeyen kadınlardı.

Ah, elbette sizi kaybetmek istemiyoruz ancak sanırız gitmeniz gerekiyor, Kralınız ve ülkenizin size ihtiyacı var.

İnsanlar hem kendi ülkelerindeki hem de düşman ülkelerdeki vicdanlı muhalifleri küçümsediler çünkü vatanseverliğin daima salt erdem olduğuna inanılır. Profesyonel askerin ‘İster haklı ister haksız, benim ülkem’ görüşünden çok çok daha salt bir görüş bulmak zordur, çünkü bu slogan gelecekte bir günün politikacılarının düşman belleyeceği herkesi öldürmenin sözünü vermektir. Neticeci usavarım siyasi kararları savaşa girme yönünde etkileyebilir ancak bir kez savaş ilanı yapıldığında, saltçı vatanseverlik dinin dışında asla görülmemiş bir güç ve etkiyle yeniden bayrağı devralır. Acımasız olmamaya öznel, neticeci ahlaki görüşleriyle ikna olmuş bir asker büyük olasılıkla kendisini askeri mahkemede bulacak ve belki de idam edilecektir. Bu ahlak felsefesi tartışmasının sıçrama tahtası şu kuramsal dinsel iddiaydı ki buna göre bir Tanrı olmadan, ahlak göreceli ve isteğe bağlıdır. Kant ve diğer bilge ahlak felsefecilerinin görüşleri ve vatansever coşkunluğa doğuştan verilen onay hiçbir zaman salt ahlakın kaynakları olamamıştır. Bunun yerine kutsal kitaplar tercih edilmiş ve bu kitapların kayıtlara bakarak doğrulaması mümkün olmayan yorumlarından türetilen ahlaki kurallar daima muazzam bir güce sahip olmuştur. Doğrusu, kutsal kitap otoritesinin yandaşları kutsal kitaplarının tarihsel kaynakları konusunda üzücü seviyede az merak sergilerler (ki bu kaynaklar son derece temelsiz ve belirsizdir.) Bir sonraki bölüm ahlaklarını bu kutsal kitaplardan edindiklerini iddia eden insanların bunları aslında pratiğe hiçbir zaman dökmediklerini gösterecektir. Ve ayrıca bu insanların bile kalplerinin derinliklerinde kabul edecekleri sağlam bir fikir sunacağım.

Richard Dawkins / Tanrı Yanılgısı (Sayfa, 198–219)
Kuzey Yayınları / ISBN: 978 - 315 - 11 – 1
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst