Forumumuza Hoş Geldiniz

Hoşgeldiniz. Ücretsiz içerikler ve özel hizmetler sizi bekliyor. Hemen üye olun!

13. Ulusal Felsefe Olimpiyati 2009

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
13 May 2008
1,906
174
63
13. Türkiye Felsefe Olimpiyatı
Ayşe Dilek İZEK
Özel Amerikan Robert Lisesi İSTANBUL
DERECESİ : 1

“Eğer Yasalara saygı zorba olmayan bir yönetimin özü, yasalara saygısızlık ise zorbalığın özü ise, terör totaliter baskının özüdür.”

Hannah ARENDT, Ideology and Terror,

“BÜYÜK BİRADER”İ NEDEN YARATTIK; NASIL TUTSAĞI OLDUK?
Anarşizmin köklerini dayandırabileceğimiz Uzakdoğulu filozof Lao Tse’ye göre insanoğlu, doğanın yasaları ile uyum içinde yaşadığı takdirde başka kural ve düzenlemelere gereksinim duymayacaktır. Toplumların ve devletlerin tarihsel gelişimlerine bakıldığında ise görülüyor ki; insanlık bu öneriyi göz ardı etmeyi seçmiş. Neden bireyden üstün yönetici bir güç oluşturmayı uygun gördük? Daha da önemlisi, nasıl bu gücün üzerimizde çeşitli şekillerde baskı kurmasına izin verdik?

“Özgürlük Üzerine” isimli eserinde John Stuart Mill, devlete duyulan ihtiyacı insanın kendisini koruma içgüdüsüne dayandırır. Karmaşayı engellemek, korku ve kaosa son vermek anlaşılabilir, doğal bir arzudur. Bu nedenle insan toplulukları, güçlü bir yöneticinin kendilerini iç ve dış birtakım tehlikelere karşı korumasını, sosyal yaşamı düzenlemesini ister. Eski toplumlarda dahi iktidarın bir biçimde bireyselleştirilmiş olması (Duverger) bu isteğin bir yansımasıdır. Her yöneticinin Platon’un filozof kralları gibi bilge ve erdemli olmayacağı (ya da olamayacağı) ise su götürmez bir gerçektir. Yönetilen ve yönetenin çıkarları ters düştüğünde, iktidar sahiplerinin hangisine öncelik vereceği aşikârdır. İşte bu nedenledir ki; Liberal düşünce, anayasa ve parlamento gibi bazı düzenleyici ve denetleyici kurumlar oluşturmuştur; “sınırlı güçlü iktidar” kavramını siyasi yapılanmanın vazgeçilmezi saymıştır. Günümüz demokrasilerinin temelinde yatan “hukukun üstünlüğü ilkesi ile de yasalara saygının güvence altına alacağı –ve Arendt’e göre- zorba yönetimlerin ortadan kaldırılacağı varsayılmıştır.

Böyle bir ortamda bile, Max Weber’in “devleti yönetme gücü” olarak tanımladığı iktidarın, demokratik yollardan, bir “zorba”nın eline geçmeyeceğinin garantisi yoktur. Yani “yasalara saygı, zorba olmayan bir yönetimin özü” olsa da; yasalar zorbaların başa geçmesini engellemede yetersiz kalabilir. Görülüyor ki; bu düzende pek çok şey “zorba”ların tasarrufuna bırakılmıştır. Çoğunluğun desteğiyle dahi olsa, yönetimi elde eden kişi veya topluluk, yasaları kendi lehine yok saymayı, farklı görüşleri bastırmayı, azınlıktakiler üzerinde baskı kurmayı bilinçli olarak seçebilir. Üstelik Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” fikri de göz önüne alınırsa, “çoğunluğun tiranlığı” sadece olası değil, aynı zamanda öngörülebilir bir durumdur. Çoğunluğu bütünle eş tutan böyle bir yönetim mutlak gücü elinde tutmak, yasaların üstündeki konumunu korumak için şüphesiz her yolu deneyecektir. Büyük olasılıkla da, geçmişteki örneklerini takip ederek teröre yönelecektir.

Bu noktada Arendt’in terör tanımını daha yakından incelemek gereklidir. Zira günümüzde terörün genel geçer bir tanımı siyasi hassasiyetler dolayısıyla yapılamamakta, terörün anlamlandırılması kimin terörist olduğuyla ilgili tartışmalar üzerinden yapılmaktadır.

Arendt’in “terör” sözüyle ifade etmek istediği, doğuştan gelen temel hak ve özgürlüklerin şiddet, korku ve baskı yoluyla kısıtlanması olarak açıklanabilir. Bu bağlamda “terör”, Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin devlet tarafından ihlâli olarak da algılanabilir. Bu nedenle Arendt’in düşüncesine göre totaliter teokratik rejimlerin inançlarına tehdit olarak gördükleri dinsizleri öldürmesinden, “Nasyonal Sosyalist” Nazi rejiminin “etnik arındırma” çerçevesinde milyonlarca Yahudi’yi yok etmesine kadar pek çok şiddet odaklı eylem, terördür. Öte yandan açıkça şiddet içermeyen ancak toplumsal hayatta kendini belli eden kadın-erkek eşitsizliği, nepotizm ve xenofobi gibi olgular da terörün farklı formları sayılabilir. Kısacası terörü karakterize eden devlet veya din eliyle uygulanması, belli bir ideolojinin yansıması olarak ortaya çıkması veya şiddet içerip içermemesi değil; totaliter, tekilci, yasaya saygı duymayan “zorba” bir zihnin ürünü (ve özü) olmasıdır.

Totaliter rejimlerin iktidarlarını yasalara saygı yerine teröre dayandırdığının en açık örneklerinden birini, İngiliz yazar George Orwell “Hayvan Çiftliği” (Animal Farm) isimli eserinde verir. Yolsuzluğun ve çıkarcılığın kol gezdiği Sovyet rejiminin eleştirisini yapan yazar, devrimle ortaya çıkan “Tüm hayvanlar eşittir.” ilkesinin “Fakat bazı hayvanlar daha eşittir.” eklentisiyle saptırıldığını dile getirir. “Hayvan Çiftliği”ndeki totaliter rejim öyle bir hal almıştır ki; çürümenin farkına varan Benjamin ‘deli’ etiketi yapıştırılarak duymazdan gelinirken, sömürülen halkı sembolize eden Boxer, bir sabah öldürülmek üzere alınıp götürülür. İşte bu hem pasif hem de aktif şiddet içeren formuyla terör, tarih boyunca tüm totaliter rejimlerin dayanağı, totaliter baskının en etkili aracı olmuştur.

Öyleyse modern insan “terör”e karşı ne yapabilir? Kendisini ve haklarını nasıl savunabilir ve baskıdan nasıl kurtulabilir?

Çağımızda bireyleri yakarak ‘aykırı’ düşünceleri ortadan kaldırmanın yerini, farklılıkların tolere edilmemesi, farklının dışlanması ve insanların tektipleştirilmesinin aldığını söylemek yanlış olmaz. Bir anlamda “modernleşmiş” formdaki terör karşısında iki yol izlemek mümkündür. Bunlardan ilki –ve şüphesiz daha kolay olanı- insanda doğuştan varolduğu söylenen itaat güdüsüne teslim olmak ve Kant’ın David Hume’u okumasaydı uyanamayacağını söylediği “dogmatik uyku”nun rahatlığına boyun eğmektir. İkinci seçenek ise belli bir farkındalığa ulaşarak “terör”e karşı savaşmak ve “The Matrix” filmindeki Neo karakteri gibi bize sunulan kırmızı ve mavi haplardan gerçeği vaat edeni tercih etmektir.

Arendt’in “totaliter baskının özü” olarak gördüğü “terör” karşısında bilinçli bireyin tek ve en güçlü silahı, sivil toplum yapılanmasıdır. Demokratik hayata aktif olarak katılan, görüşlerini sonuçları göze alarak dile getirmekten çekinmeyen –sayıları az da olsa– bireyler, totaliter rejim karşısında seslerini yükseltmeyi bilirlerse “zorba”lara karşı da en dayanıklı savunma halini alacaklardır. George Orwell’in “1984” romanındaki ‘Büyük Birader’, -aldığı farklı formlara rağmen- bizi izlemeye devam ediyorken yapılması gereken, Winston Smith’in yakaladığı farkındalıktan ne olursa olsun vazgeçmemek ve bu farkındalığın bilinçli bireye yüklediği sorumluluklar çerçevesinde mücadeleye devam etmektir.
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
13 May 2008
1,906
174
63
13. Türkiye Felsefe Olimpiyatı
Ozan SİSO
ODTÜGVO Özel Lisesi ANKARA
DERECESİ : 2

“Özellikle teknolojinin egemen konuma geçtiği bir uygarlık çemberinde bilim, sanat ve hakikat arasındaki bağ kökten etkilendiği, daha doğrusu koptuğu için, artık bilim ve sanatın ortak zemini de kalmamıştır.”

Hasan Ünal Nalbantoğlu

QUO VADIS ALKYONEUS
Giddens’a göre dünya tarihinde iki büyük devrim vardır : Bunlardan biri “Aydınlanma”, diğeri ise onun ekonomik uzantısı “Sanayi Devrimi”dir. Aydınlanmanın temel politik sonucu, Fransız İhtilâli ile yükselen burjuva sınıfının egemenliği, düşünsel sonucu ise modernitedir.

Günümüz dünyası hâlâ –gerek post-modernizmin tepki boyutundaki açılımlarıyla, gerekse modernitenin getirdiği bozulmuş rasyonaliteyle modernitenin etkisi altındadır. Sanatı, bilimi, hakikati çözümlemek ve bunların ilişkisini anlamak için aydınlanmayı irdelemek sağlıklı bir çözümleme yapmak için zorunludur.

Aydınlanma, Anthony Giddens’a göre, insanlık tarihindeki en büyük kırılmadır. Her ne kadar Giddens, geleneksel olandan modern olana geçişte kimi sürekliliklerin bulunduğunu söylese de, Aydınlanma Devrimi’ni analiz etmek ve eleştirmek için temeli Marksist düşünceye dayanan “süreksizlik kuramı”nı kullanır. Süreksizlik kuramı, “evrimci” olmaya yatkın ve genelde “Sosyal Darwinist” olmaya yatkın filozof ve sosyologların aksine; tarihin düz bir çizgi olmadığına işaret eder. Gelenekselden aydınlanmaya ne değişmiştir de Aydınlanma tarihte bir kırılma noktası olmuştur? Bu soruyu yanıtlamak için Aydınlanmanın fikir babası Kant’a kulak vermemiz lâzım.

Kant, “Aydınlanma Nedir ?” adlı yazısında “Sapare Aude! Kendi aklını kullanma cesaretini göster.” der. İşte aydınlanmanın parolası ve çıkış noktası budur. Bu parolanın Aydınlanma filozofları tarafından benimsenişi, ideolojik anlamda monarşinin, teokrasinin, “gücünü Tanrıdan alan” imparatorların (!) sonu olmuş; akıl öne çıkarken din, tüm baskıcı kurumsallığıyla arka plana itilmiş ve laiklik doğmuştur. Aydınlanmayla her alanda rasyonelleşme sağlanmış, Giddens’ın dediği gibi “ Eskiden geleneksel alanda yasalar Tanıya göre belirlenirken, modern olanda toplum, Tanrının yerini almıştır.”

Peki, niçin Aydınlanma, Baudrillard’ın deyişiyle önceden “Tanrı ve şeytan” karşıtlığıyla yürüyen sistemin şimdi “tüketim ve tüketim karşıtlığı”na dönüşerek yürütülmesinden başka bir şey olamamıştır? Bu soru ancak, aydınlanmacı aklın nasıl araçsallaştığını; araçsallaşarak nasıl öznelleştiğini anlamakla, yani Aydınlanmanın eleştirisini yapmakla yanıtlanabilir.

Marx’ın da dediği gibi üretim araçlarının ve gücünün, üretim tarzına doğrudan doğruya etki ettiği açıktır. Marx’a göre bir yel değirmeni insanoğlunun eline feodaliteyi, bir ayakkabı fabrikası ise kapitalizmi verecektir. Fransız İhtilâli’nden sonra hâkim sınıf haline gelen burjuva, sanayi devriminin gerçekleşmesiyle modern sanayi toplumunun kurucusu olmuştur. Alt yapının (ekonomi) ve üst yapının (ideoloji, bireysellik... vs) aracılığıyla hâkim sınıf tarafından yeniden yapılandırılışı sanatın ve bilimin hakikatle bağını koparmıştır. Bu bağın kopuşunu çözümlemede ilk adımı, kendi altyapı-üstyapı anlayışını ortaya koyarak Althusser atmıştır. Althusser, DİA (devletin ideolojik aygıtları) kavramı ile Marksizm’i yeniden yorumlamış ve sanat ile bilimi de DİA’lar içerisine yerleştirerek Marksizm’in “Soğuk Savaş” konjonktüründe almış olduğu bozuk şekli düzeltmiştir. Althusser, Genç Marx’ın 1844 el yazmalarındaki “yabancılaşma” ve Das Kapital’in birinci cildinin ünlü ilk bölümündeki “meta fetişizmi” kavramlarını ve Gramsci’nin “hegemonya” kavramını (burada “hegemonya”dan kasıt hakim sınıfın iktidar için ezilen sınıftan salt rıza alması değil; halkın belli kesimlerinden alınan rızanın, halka yapılan baskıyla oluşan sentezidir) ele alarak kapitalizmin diyalektik materyalist bir eleştirisini sunmuştur. Althusser’in bu çalışmasındaki eksik yan bana kalırsa ne Lukacs’ın “hümanizm” suçlamasıyla ne de Sovyet “pollitbüro” destekli Stalinist sözde filozofların “revizyonist” suçlamalarıyla ilintilidir. Althusser’in eksiği modern kapitalist sanayi toplumunu aydınlanma ve rasyonelleşme çerçevesinde ele almamasıdır.

Bu perspektiften bakınca bilim ve sanatı; “kültürel DİA” olarak ele almak, metalaşarak yozlaşan bir “sanat”tan bahsetmek mümkündür. Fakat aydınlanma nasıl olmuştur da akılcılık yolunda sanatla bilimi katletmiştir?

Bir yanda Doğu’da “açlıktan” ölen insanlar, diğer yanda Batı’da “çok beslenme” yüzünden protein zehirlenmesinden, obeziteden ölen insanların aynı dünyayı paylaştıklarını görürüz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından henüz yaraları sarılmamış Avrupa, çok daha kanlı bir İkinci Dünya Savaşı’na tanık olmuştu. Daha sonra çift kutuplu bir dünyada her an, herhangi bir kıvılcımla tutuşabilecek soğuk savaş geriliminin getireceği “nükleer savaş” korkusu ile yaşamak zorunda kalındı. İşte böyle bir dönemde “birileri”, bir şeylerin yanlış gittiğini ve bir kez daha Nazizm, Faşizm, Stalinizm... vs adı altında kurulacak herhangi bir totaliter rejimin insanlığın sonu olduğunu fısıldıyordu. Einstein’ın dediği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nda barut, top, tüfek vardı; ikincisinde ise Nagazaki’ye ve Hiroşima’ya atılan ve “Nazım Hikmet”in “ şiirlerinde atom ölümü olarak adlandırdığı ileri teknoloji silahları. Üçüncüsünde hangi silah kullanılır bilinmez; fakat kesin olan oydu ki dördüncü dünya savaşı mızrakla, kılıçla, bilekle yapılacaktı. Ya da bu pek “Kandid”ce bir yaklaşım olur. Çünkü artık savaşacak bir insan ya da üzerinde savaşılacak bir dünya bile var olmayabilir.

Althusser’in “DİA”sı gibi Marksist “yabancılaşma” üzerine kurulu olan “kültür endüstrisi” bizlerin aydınlanmanın eleştirisi ışığında sanata, hakikate ve bilime açıklık getirmemizi kolaylaştıracaktır.

Adorno ve Horheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde aslında bir amaç olması gereken aklın modern kapitalist toplumlarında nasıl araçsallaşıp öznel bir akıl haline geldiğini anlatırlar. Aydınlanmanın sonrasında Kant’ın “aklı kullan” parolası rasyonelleşme adına unutulmuş; bu da bir anti-teze (akılsızlaşma) yol açmıştır. Teknolojinin bir nevi ideolojik aygıt görevi gördüğü ileri sanayi toplumları meta fetişizmi aracılığıyla, aydınlanmadaki amaç değerler yok edilmiştir. Meta fetişizmi, şeylerin yeni sıfatlar alarak metalaşmasıdır. Bu, kapitalist sanayi toplumunun doğal bir sonucu da olsa en güçlü ve devamlı “meta” olan paranın varoluşundan beri süregelmektedir. Örneğin, arabanın işlevi, insanı bir yerden bir yere ulaştırmaktır. Buna farklı anlamlar yüklemek, onun yabancılaşmasıdır. Eğer araba sahibi olmak, insanın toplumda belli bir itibar sahibi olmasına neden oluyorsa araba, artık bir metadır. Kapitalist metalaştırma, emek gücüne ve zamana dayalıdır. Örneğin; X ürünü beş saatte ortaya çıkarılıyorsa, beş saatte ortaya çıkarılan bir Y ürünü ile değiştirilebilir. Bu değiş tokuş, asıl amaçlarını kaybeden nesnelerin, eşyaların metalaşmasıdır. Metalaşma, sadece meta haline gelen şeyi değil, metalar arasında sistemin ona dayattığı, pazarlanan kapitalizm yanlısı ideolojilerin sunduğu sözde “hür” bilinç aracılığıyla insanı belirli bir kurumda belirli bir araç haline (kısaca “şeye”) dönüştürerek onu yaşadığı “rutin”e ve en sonunda kendisine yabancılaşmasına yol açar. Özne “şey”leşirken, “şey”lerin metalaşması, insanların rasyonelleşme uğruna Kant’ın kastettiği akıldan kopuşların temel nedenidir. Bu, Fransız İhtilâlinin devrimci burjuvası tarafından egemen kılınmış olan aklın sonraları yine aynı sınıf tarafından katledilişidir.

Kültür endüstrisi, kültürün artık eğlenceyi pazarlayan firmaların sermayesi haline gelmesi ve egemen sınıf ideolojisinin sunumunu yapılmasıdır. Artık estetik değerlerin içi boşaltılmıştır. Sanatın estetiğinden ya da verdiği mesajdan ziyade birim zamanda sermaye sahibine sunduğu azami kârdır artık önemli olan. Adorno ve Horkheimer döneminde bu tür endüstri firmaları MGM, Fox Productions iken günümüzde bunlara Disney, Warner Bros gibi firmalar eklenmiştir. Kültür endüstrisi, çelik-kimya-petrol endüstrisinden sonra gelir ve aslında bunlara bağlı olarak çalışır.

Kültür endüstrisi ile halka hitap edip amaçlanan şekilde tüm kültürü metalaştırmanın yolu “kitle kültürü”dür. Adorno ve Horkheimer’e göre kitle kültürü, alışveriş, eğlence ve benzeri “falanca” merkezlerinde bireyin aileden tecridi ile verilir. Kitlenin birimi olarak varolan birey, tiyatro yerine sinemaya gider ve hâkim olanın ona sunduğunu izler. Artık globalleşmiş dünyada sanatın elde ediminin “internetten download” ya da “evin yakınındaki alışveriş merkezinden CD” alarak yalnızca dakikalar içinde tüketilebilmesi de sanatın değerini düşürür. Bu düşüş beraberinde Adorno’nun “entelektüel” olarak adlandırdığı moderniteye kadar tarih boyunca yalnız azınlığa ait olana değer veren ve popüler (yani aslında gerçek anlamıyla toplumun) olana düşük gözüyle bakan kültürün yok oluşudur. Artık entelektüel kültür yoktur, herkes popüler kültürün meyvelerini yemektedir.

Kitle kültürü gereği operaya, tiyatroya gitmek de artık bir “zümrenin üyesi olma zorunluluğu” ya da “starların performansı” haline gelmiştir. Bir kimse, örneğin öğretmen, “öğretmen” sıfatını aldığı için bu tür “yüksek kültür aktiviteleri”nde bulunmalıdır. Burada sorun, estetik ve değerin artık bir ölçüt olmamasıdır, sanat da artık metadır.

Sanatın, kitapçılarda paket paket pazarlanması, müzayedelerde sanat eserlerinin birer meta olarak satılması yalnız sanatı değil sanatçıyı da metalaştırmıştır. Kandinsky, Rodin, Picasso gibi sanatçıların evleri artık sahip olunabilir özel mülklerdir. Ölümlerinden sonra bu sanatçıların adlarına ve imzalarına belirli bir para karşılığında herhangi bir müzayedede sahip olunabilir. Öyle ki, günümüzde sanatçı ölmeden bile meta halini alır. Bunu Ara Güler’in bir anısından örnekleyelim :

Ara Güler, uğraşır, didinir ve bir şekilde Salvador Dali ile röportaj yapmanın yolunu bulur. Güler, sanatçının kaldığı otel odasına yanında üç gazeteciyle gider. Dali, gazetecilere sorar : “Katranın formülü nedir? Biliyor musunuz ?” Gazeteciler şaşkın bakınca :”Ben bu bastonu” (bastonu işaret eder) “katrana batırsam bana elli bin dolar verirler. Bunu siz yapsanız size deli derler. Ayrıca bastona da yazık olur.” Bu anı, sanatçının (bilerek ya da bilmeyerek) sanat hakkında acı bir itirafıdır. Dahası sanatçının kendisinin bir meta haline geldiğinin de itirafıdır.

Benzer şekilde Adorno ve Horkheimer, sanatın işlevinin kültür endüstrisinin “azami kâr mantığı”na hizmet etmeye dönüştüğüne dikkat çeker. “Dikkat! Şahan çıkabilir” programı ile ün kazanan sanatçı Şahan Gökbakar’dan da aynı sözleri dinleyebiliriz. Şahan’a daha kaliteli işler ve gerçek bir sanat yapabileceğini söyleyen lisedeki müzik öğretmeni Şahan’dan “Hocam na’palım? Böylesi tutuyor.” cevabını almıştır. Bu, sanata dair beklentilerin nasıl değiştiğinin bir göstergesidir. Lukacs, Camus, Fischer, Seghers gibi düşünürlerin savunduğu biçimde sanatın bir mesaj içermesi şöyle dursun, estetik olmasının bile beklenmediğine işaret eder.


Bilimin politikleşip bir ideolojik aygıt haline (DİA) geldiği ve kültür endüstrisinin sanatı yozlaştırıp meta haline getirdiği günümüzde nasıl bir sanat, nasıl bir bilim olmalıdır?



Modernitenin sonuçlarına haklı, fakat aşırı ve sistemsiz bir tepki olarak ortaya çıkan post-yapısalcılık, post-modernizm akımları, metalaşmanın bir sonucu olarak (Lukacs’a haklı çıkaracak biçimde) ortaya çıkan “dünyaya fırlatılmışlık”, (dasein) bunalımı (Lukacs’ın deyişiyle) “psikopatoloji” “absürdizm” gibi akımların kaynağı olmuştur. Belki bu akımlar, dönemlerinin şartları dikkate alındığında iyi niyetli çabalar olarak anlaşılabilir fakat yararsız ve birer umut kapısı olmaktan uzaktırlar.

Soru şudur: Hangi sanat, hangi sanatçı? Bence bu soruya Alman düşünürü Anna Seghers’in verdiği yanıt çok önemlidir.

Seghers, “Sanatçının sorumluluğunun büyüklüğü, sanatın gücünü bildiğindendir,” demektedir. Seghers’e göre sanatçı, 1945 Almanya’sında Nazizm ile zehirlenmiş genç kuşağa ulus ve insanlık hakkında bilgi vermelidir. O’na göre sanatçı, sudaki balık misali halkından kopunca boğulup ölür. Sanatçı, alnına düşen ışığı ilk duyumsayandır.

Brecht’in de dediği gibi sanat, değişimi getirir. Albert Camus’ye göre başkaldırı olan sanat, estetik değerlerinin yanı sıra Brecht’in epik (daha sonraları “diyalektik” adını verecektir) tiyatrosunda yaptığı gibi insanlara yazgıyı kırmayı, her bireyin bir rolünün olduğu yaşamın her zaman umutlu olduğunu anlatmayı amaçlamalıdır. Brecht, tiyatrosunda sırf insanlarda “yazgıcı bir karamsarlığa” neden olmamak için kötü bir sonla biten oyununda takma bıyıklı oyuncunun bıyığını izleyici önünde çıkararak olan bitenin yalnız sahnede olduğunu, gerçekte olması gerekmediğini ve değiştirilebileceğini vurgular.

Günümüz Türkiye’sinde ve dünyasında popüler kültür yoluyla dağıtılan ideolojik bir meta olarak sanat, Marcusse’nin dediği gibi “varolanla birdir” ve fakat yine Marcusse’nin dediği gibi “yalnız sanattır varolana karşı konuşan. Bu durumda ”Seghers’in de dediği gibi sanatı “demokrasinin en ön saflarında” yer alarak tekrar “sanat” haline getirebilecek olan yine sanatçıdır. (Burada “Demokrasi” ile anlatılmak istenen kesinlikle takiyeci bir siyasi anlayış değildir.)


Yunan mitosunda Alkyoneus adlı tanrılardan olma bir dev vardır. Bu dev, gücünü topraktan alır. Bir gün Herakles ile karşı karşıya gelen bu dev, ne zaman yaralansa toprağa temas edince ile iyileşir. Herakles, devin bu özelliğini fark edince onu havaya kaldırır ve boğar. Toprak olan anası olmadan ölümlüleşen Alkyoneus, can vererek savaşı kaybeder.

Günümüzde sanatçı, halkından koparsa Alkyoneus gibi can vereceğini ve bir aydınlanmanın diyalektik sonucu olarak, akılsızlaşmış, politikleşmiş ve de ideolojik bir aygıt olmuş bilimi de yine kendisinin düzeltebileceğini anlamalıdır.

Cem Yılmaz şovlarının başında “ çok güleceksiniz ama şov bitince neye, neden güldüğünüzü hatırlamayacaksınız” der. Oysa sanatçı izleyicisine (okuyucu, dinleyici… vs) bir şeyler verme, her şeyden önce bir mesaj iletme kaygısına düşmeli, topluma daha iyiye giden ışığı göstermelidir.

Sanat, Ernest Fischer’in dikkat çektiği gibi topluma değişim güçlerini gösterip (Plehanovca sanat kıvamında ya da sosyo-realizmde olduğu gibi) toplumu uyandırdığı sürece “güzel”dir. Charlie Chaplin’in “büyük diktatör”lere ya da George Orwell’ın, Hayvan Çiftliği’nde “İki ayak üzerinde duran domuz Napoleon”a, 1984’de yaptığı gibi geleceğin olası totaliter devletlerine dikkat çektiği gibi ise estetik bir beğeni yaratabilir. Örneğin, Marx ve Engel’se göre Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikayesi” ya da Balzac’ın “Köylüler”i bu çeşit beğeniyi yaratan eserlerdendir. Değişim güçlerini Brecht’çe bir şekilde gerek uyarı gerek umutla topluma gösteren yazar, dikkatli de olmalıdır; çünkü Solohov’un dediği gibi bir seferde basılan eser binlerce yanlışı yayma tehlikesine her zaman sahiptir. Bu nedenle sanatçı, argümanlarını hayatın içinden (yine Solohov’un dediği gibi) yaşayarak –birincil dereceden deneyimlerle kazanarak- seçmeli ve çizgisine sahip çıkmalıdır. Estetik değer, ancak bunlarla birlikte sanat eserinin taşıyacağı ruhun sentezidir.

Burada sormamız gereken bir 12 Eylül döneminde bile siyasi hiciv özelliğini yitirmemiş sanatçının (dolayısıyla sanatın) şimdi nerede olduğudur. Tarsuslu Pol, dönemin Roma İmparatoru Neron’un emriyle cezalandırılan Hıristiyan azınlığın bir lideri olarak Roma’dan kaçma kararı alır. Yanında Hıristiyanlığa inanmışlardan bir genç, Roma’dan kaçmak için yola çıkar. Roma’nın dışına daha çıkmamışken havari ve yoldaşı çölün ortasında bir ağacın altına uzanıp yatarlar. Bir süre sonra bir sesle uyanan Tarsuslu Pol, güneşten ona alçalmış gibi görünen gökyüzünde asılı bir gölge görür. Bu gölge yavaş yavaş yaklaşır, yaklaştıkça belirginleşir. Sonunda Tarsuslu Pol, bunun İsa olduğunu görür. İsa, ona görünecek kadar yaklaştıktan sonra tekrar güneşe doğru uzaklaşmaya başlar. Tarsuslu Pol, endişelenip “Quo Vadis?” (nereye gidiyorsun ?) diye sorar. Bu soruya İsa, “Roma’ya, senin terk ettiğin halkına” cevabını verir ve kaybolur. Pol, hemen yoldaşını uyandırır ve Roma’ya dönmek için yola çıkarlar.

Bugün sanatçı, sanatına aynı soruyu sormalıdır. Bu durumda düşünürün görevi de sanatçının sanatına sorması gereken soruyu sanatçıya sormaktır: Quo Vadis Alkyoneus ?
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
13 May 2008
1,906
174
63
13. Türkiye Felsefe Olimpiyatı
Işıl KURNAZ
Ankara Üniversitesi Geliştirme Vakfı Okulları Özel Lisesi ANKARA
DERECESİ : 3

“Eğer Yasalara saygı zorba olmayan bir yönetimin özü, yasalara saygısızlık ise zorbalığın özü ise, terör totaliter baskının özüdür.”

Hannah ARENDT, Ideology and Terror


TOTALİTER REJİMLERİN OLUŞUMUNA ÖZÜNDEN YAKLAŞMAK
Ergun Özbudun’un “Türkiye’de Otoriter ve Totaliter Rejimler” adlı kitabına ayrıntılı olarak baktığımızda, otoriter ve totaliter rejimlerin –ki bu rejimler zorbaca hazırlanmış omnipotent idelerin birer ürünüdürler- insan beyni üzerinde kolektif dalgalanmalar yarattığını görürüz. Öyle ki bu rejimler, çağımızın kilit kavramı “demokrasi”ye bütünüyle karşı ve egalitarianism (eşitçilik) kavramına taban tabana zıt olan ideolojilerin yaratılarıdır. Her ne kadar Ergun Özbudun “totalitarizm” ve “otoritarianism” konusunu sadece Türkiye bağlamında akademik olarak incelemişse de herkesin fikir birliği içinde olması gereken konu zorba yönetimlerin “liberte” kavramına her ülke ve insan topluluğu için aynı biçimde karşı çıktığıdır. Dolayısıyla bu çalışmaya Türkiye üzerinden bakarak küresel bir tespit yapmak mümkündür.

Şimdi, fenomenden yola çıkarak konunun özüne inmeye çalışacağız:

I. Demokrasi, Yasa, Saygı, Zorba, Terör, Totaliter Kavramlarının Özüne Tanık Olmak

Hannah Arendt’in “İdeoloji ve Terör” adlı kitabından alınan, terörün yapısına ve özüne değinen bu söze baktığımızda, Arendt’in yasa ile saygı; zorba, terör, totaliter ile saygısızlık kavramlarını aynı cümlede kullandığını görürüz. Öyle ki birbirine “sözde ve özde” zıt olan bu kavramların aynı bağlamda kullanılması, sosyal kanunların oluşturduğu kavramların “zıtdaşları” olmadan anlaşılamayacağını gösteriyor.

Tam da bu noktada Arendt’in sözlerini anlayabilmek için terörün ve totalitarizmin zıtdaşı olan demokrasi, saygının zıtdaşı olan saygısızlık ve yasanın karşıtı “kural tanımazlık” kavramlarını irdeleyeceğiz :

Demokrasi, demos ve kratos kavramlarının birlikte ele alınması ile oluşmuş bulunan ve çağımızın en güvenli, en özgürlükçü, en eşitlikçi yönetim biçimidir. Demos, “halk”, kratos kelimesinin “iktidar” anlamına geldiğini biliyoruz. “Halk iktidarı” olan demokrasi, totalitarizmin bütünüyle karşı çıktığı ve gözden düşürmeye çalıştığı “eşitlik” ve özgürlük kavramlarıyla birlikte düşünülür.

Totaliter rejimlerin, terörle yola çıkarken obsesif (takıntılı, saplantılı) bir amacı vardır. Bu amaç: Demokrasi kavramını ve iktidarın, asıl kaynağının halk olduğunu unutturmaktır. Amaçları eşitlik ve özgürlük kavramlarını hem teorik hem de pratik olarak gözden düşürmektir. Zira zaten totaliter rejimin olduğu yerde demokrasinin pratik olarak barınması mümkün olmayacaktır.

Dünyanın en büyük sosyalisti olduğunu iddia eden ama uygulamada faşist olan Adolf Hitler kadar acımasız olan Stalin’in şu sözlerine bakalım : “Eşitçilik, dünyadan el etek çekmiş ilkel bir tarikata uygun düşen bir yönetim biçimi (biçemi)dir.” Totaliter rejimin ve beraberinde terör kavramının dünyadaki acımasız kurucularından biri olan Stalin, totalitarizm ve otoriterizmle eşitliğin ve demokrasinin aynı ortamda barınamayacağını hem “teorik” hem de “pratik” olarak bize gösteriyor.

II. Yasa Kavramını Kuramsal Eksende “Zorba ve Zorba Olmayan”ı İnceleyerek İrdeleme

Zorba olmayan yönetimler, demokratik yönetimlerdir. Bu yönetimler, kafa ve beden sağlığının devlet tarafından sağlandığı “sosyal devlet” anlayışına örnek teşkil edebilecek bir yönetim yapısına sahiptir. Zorbalığın ideoloji olarak benimsenmediği toplumlar, “Devlet ve siyasal sistemler halk içindir” anlayışıyla yola çıkarlar. Ancak ve ancak bunun zıtdaşı olan zorba yönetimler, bireyin ve toplumun kolektif bir bütün olarak oluşturulduğu, çoğulcu olmayan ve bireyin ruh ve beden sağlığını bir çırpıda yok edebilecek yönetimlerdir. Bu güç onlara halk tarafından verilmez; zorbalık onu halktan kendi eliyle ve “zorbaca” alır. Bu yüzdendir ki totaliter rejimler, asla ve asla zorbalığı ve terörü yadsıyamaz. Bu rejimler terörü ana kaynak olarak kabul etmiş ve karşıt düşünceleri idam sehpasına kadar götürmeyi meşru saymıştır. Bu meşruiyet ona kendisi tarafından ve yalnız kendisi için verilmiştir. Bu yüzden de zorba ve baskıcı rejimler için tek bir ideyi doğru saymak uygundur : “Halk, totaliter bir bütündür ve devlet içindir. Halk, yalnız ve ancak devlet içindir.”

Totaliter ve otoriter rejimler terörist rejimlerdir. Bu uygulamalar, “başka bir düşünce” ye yer açmaz. Özgür düşünceden korkar. Çünkü bu rejimlerin oluşumu “ötekilerin” yalnızlaştırılmasına dayanır. “Totalite”nin dışında kalan “Öteki”ler yalnızlaştırıldığında her şey için artık çok geç kalınmıştır. “Ötekiler”in sesini duyan totaliter rejimin başı çareyi alıştığı baskı yöntemini uygulamakta bulur ve “öteki”nin başını ezer, yok eder. Konjonktürü yaratanlar ise sadece bu katliamı seyreder; hatta belki de seyretmeyi bile hak ettiğini sanır.

Levi-Strauss, “Herkesin bir şeyi doğru kabul etmesi, onu doğru yapmaz. Dünya’da daima karşıt fikirlere ihtiyaç vardır” derken de totaliter rejimin baskıcı ideolojisine ve saplantısına karşı çıkmıştır.

Totaliter rejimlerin yasa uygulayışına daha doğrusu yasa uygulayamayışına bakalım: Dünyada hangi zorba ideoloji yoktur ki, iş başına gelirken yararlandığı yasaları fırlatıp atmasın.

Halkın iktidarını, halkın elinden halk için aldığını iddia eden totalite, iktidarını, halkın “öteki”lerden oluşan parçasını öldürmekte kullanır. Böyle bir ideolojinin yasaları uygulayabileceğini düşünmekse, Thomas More’un ütopyasına yapılan bir katkıdır sadece. Çünkü totaliter rejimler, Arendt’in ifade ettiği gibi yasa tanımazlar, yasaya saygı duymazlar. Bu ideolojiler, zorbalık ekseninde onları bağlayıcı her türlü unsuru, alt edilmesi gereken bir düşman gibi görürler. Bu saygısızlık sadece yasa değildir; bu saygısızlık, her türlü “öteki”ne karşıdır. Tam da bu noktada yasa dediğimiz şey de onlar için bir “öteki”dir. Zorbalık, bırakın yasaya saygı duymayı, Arendt’den daha da ileriye gidecek olursak, yasayı yok etmek üzerine kurulmuştur. Hatta şunu söylemekte bir yarar görüyoruz ki Arendt burada, zorbalığın gücünü yeteri kadar tanımlayamamıştır. Çünkü zorba iktidarı ele geçirip, muktedir olduktan sonra kendisine sınır çizen bir düşman olan yasayı ortadan bütünüyle kaldırır. Zorba bu nedenle yasaya saygısızlık yapmaz; çünkü o, ortada saygısızlık yapacağı bir yasa bırakmaz.

Zorba, omnipotenttir, yani her şeye gücü yeten ve her şeye kadirdir. Zorbanın omnipotentliği, ona halkın edilgenliği ve kendi egosunun saldırganlığı tarafından verilir. Diğer bir deyişle zorba yönetim önce kendiyle savaşır, bu “tek taraflı” savaştan galip çıkar ve omnipotent olur. Bunu da artık kendi idesinin bir kalkanı olarak görür, zorbalığına devam eder ve dur durak bilmeden karşı olanı katleder. Artık zorbaya dur diyen bir unsurda kalmadığına göre zorba, her şey için ve herkes için “tek doğru”dur.

Zorba yönetimler, çift mekanizmalı olarak işlerler. Terörle, zorbalıkla, halk tarafından ve halk için seçilmemiş bir otoriteyle yola çıkar ve aynı zamanda egosantrizm ve etnosantirizmi birlikte yürütür. Benmerkezci olan zorbayla ve onun egosuyla yaşarken, bu “ben”i merkeze yerleştirir, bir yandan ise kitlesel olarak bir ırkı merkeze yerleştirir.

Totalite ve otorite artık hem benmerkezci hem de ırkmezkezci olmuştur. Bu ırkın sadece etnik anlam taşıyan bir ırk olması gerekmez, bu ırk zorbanın ve totalitenin oluşturmuş olduğu prototip, diğer ifadeyle tek tip bir insan paradigmasıdır. Bu insan değişmez, konuşmaz, zorbaya karşı gelmez, “öteki” olmaz, “kendi ben”ini hayatının merkezine koymaz, otoriter ve totaliter rejimin seyircisidir. Bu seyirci, zorbaya hiç karşı gelmez, çünkü o, zorbalığın etnosantrik kolunun oluşturduğu bir modeldir. Sadece alkışlayan ve “koyun sürüsü”nün içinde hiç bir fark yaratmadan ilerleyen. Bunun şöyle tanımlanması mümkündür: Totaliter ve otoriter rejimler, insanları konformistleştirir. Şimdi zorba yönetimlerin konformistleştirdiği insan ve o insanın oluşturmuş olduğu topluluğun totaliter rejimin hız kazanmasında oynadığı “destekleyici” rolü inceleyelim :

Konformist, düzen adamıdır. Tam anlamıyla totalitenin oluşturduğu ve “hayır” demekten yoksun bir insan profilidir. Konformistleşmek, toplumun ya da otoritenin koyduğu kuralları irdelemeden kafa sallamaktır. O, tehlikeye girmeyi sevmez, tam anlamıyla kolaycıdır, özgürlüğün tadını hiç tatmadığı için cesaretin tehlikesini bilir tadını bilmez. Totaliter rejimin ivmeyle yoluna devam etmesini sağlayacak konjoktürü konformist yaratır.

Konformist, zorba iktidara gelene kadar onun önünde yürüyen bir koruyucu iken, zorba iktidarı ondan zorla alınca, onun arkasına gitmeyi hatta belki de onun ardında ezilmeyi kendine bir görev bilir.

Zorba düzenin, konformistleştirdiği insan tipine örneğimiz ise İran’daki şeriat düzeninin kurucusu ve totaliter rejimin savunucusu olarak tanımlanan Ayetullah Humeyni’den gelecek.

Humeyni, İran’da Şah Rıza Pehlevi’ye karşı olan bütün İranlıları önüne katmıştı. “İran Devrim”i adına sahaya çıkarken, önünde eşcinsellerden tutun da sıkı komünistlere ve solculara kadar herkes vardı. Her grubun temsilcisi olan bu bireylerin Humeyni’yi siper olması ise Rıza Pehlevi’nin baskıcı yönetiminin sonucudur. Humeyni, hemen ardından zorba bir yönetim kuracak ve miting meydanlarında eşcinselleri, komünistleri idam edecek, bütün İranlıları totaliter bir rejime sadık bir kitle haline dönüştürecekti. Bütün zorbalar gibi o da “öteki”ni yok edecekti. Yasalar ise her dönemde olduğu gibi zorbayı engellemeyecekti.

Zorba olmayan ideolojiler ise, yasayı devlet ve birey için bir sınır görecek “hukuk devleti” kavramına bağlı kalacak “öteki”lerin haklarına her zaman saygı duyarak ve baskı kurmayacaktır. Demokratik olan yani zorba olmayan yönetim, en azından teoride bile olsa yasa ihlâllerine karşı duracak, bireysel özgürlüğü sistemin hammaddesi haline getirecektir. Onun için uyulması gereken şey, totaliter rejimin totaliter kuralları değil, demokratik toplumun toplumcu ve eşitlikçi yasalarıdır. Zorba olmayan yönetim, gücünün kaynağını bireyden alır, bu da onun “kökten” insancıl yaklaşımı benimsediğini gösterir. Terörü ortadan kaldırır; en azından kaldırmaya çalışır.

Gündüz Vassaf’ın “Cehenneme Övgü” adlı kitabında ele aldığı düşünceyi bir kez daha hatırlayalım : “Totaliter ve otoriter rejimlerden kurtulmak için kahramanlara ihtiyaç vardır. Kahramanlara ihtiyacı olan toplumlara ne yazık!

III. Terör Olaylarını Totaliter Baskının İzdüşümü Olarak İnceleme

“Tehlikede olduğunuz sürece özgürsünüzdür.” der Gündüz Vassaf. Peki bu tehlike, terörden kaynaklanan bir tehlike midir? Yoksa bireyci eksende “özgür düşünmek, yok edicilerin hışmına karşı her an tetikte olmayı gerektirir” düşüncesinin bir ürünü müdür?

Terörün, bireylerin özgürleşmenin sonucu oluşan bir tehlike olduğunun düşünülmesi zorba ve totaliter rejimlerin baskı ve devlet terörünü meşru ilan etmesine neden olmuştur. Ancak doğru olan terörün, özgürleşmeden doğan bir tehlike değil, tehlikenin toplumsal olarak özgürleşmesine engel olduğudur. Terör, totaliter rejimlerin en büyük savunma silahı haline gelmiştir. Otoriter rejimler, baskıcı uygulamalarını beraberlerinde getirdikleri terörle meşruiyet kazandırarak devam ettirirler. ASALA, PKK, El-Kaide gibi kitlesel terör örgütleri, oluşturuldukları baskı ideolojisinin bir izdüşümüdür ve bireyci terör de toplumlarda her zaman varolan ötekilere baskı yapma ideolojinin yansımasıdır.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Üst